"Somethings may better understood without being talked."
"Ne demek istiyorsun?" diye sordum ama aslında ne demek istediğini çok iyi biliyordum. Sadece ben, gözümün önünde gerçekleşen şeylere kör olmayı, kulağımın dibinde atılan çığlıklara sağır olmayı çok iyi biliyordum.
"Boşversene." derken, ses tonu sanki zaten söylememesi gereken çok şeyi söylemiş ve artık susması gerektiğini belirtir gibiydi.
"Boşvereceğim." dedim sakin bir ses tonuyla. "Bazı şeyler konuşulmadan daha iyi anlaşılıyor." Çünkü konuştukça kanatıyor, uzaklaşıyorduk. Annemden biliyorum. Oysaki amcamla bazı şeyleri hiç konuşmamıştık ve şimdi birbirimizden vazgeçemiyorduk.
Kapı çaldığında, tam önünde durduğu için ona açmasını ister gibi beklentiyle baktım.
"Hera?"
Damon'ın sesini duyduğumda, "Kapıyı açar mısın?" diye sordum ancak onun hiç açmaya niyeti yokmuş gibiydi.
"Boşver, çalar çalar gider." dediğinde az önceki ruh hâlimizden şimdiki duruma geçiş yapma hızımıza hayret etmiştim. Oldukça dengesizdik.
"Aç şu kapıyı, komşu mu o, çalsın çalsın gitsin."
Cıklayıp aynı zamanda kaşlarını ve kafasını hayır anlamında yukarı doğru kaldırırken ona doğru ilerledim.
Ona doğru geldiğimi görünce fikrini değiştirip kapıyı açmak üzere döndüğünde, tam arkasındaydım.
Kapıyı açtığında iri vücudundan dolayı Damon'ı göremediğim için kafamı eğmek zorunda kalmıştım.
"Çok geç açtınız ama,"
Bucky hızlıca, "Çok erken kapıyorum ama." diyip ve gerçekten kapadığında tam arkasında olduğum için beline tırnaklarımı geçirdim.
"Delirtme beni."
Omzundan bana bakıp elimi işaret ederek, "Böyle yaparak zihnimde hiç edepli şeyler canlandırmıyorsun." dediğinde hızla elimi çekmiştim.
Sapık adam, ne olacak!
Ona kötü kötü baktığımda gözlerini devirmiş ve kapıyı tekrar açtıktan sonra kenara çekilmişti. Neden ondan hoşlanmadığını bile bilmiyordum ama açıkçası umurumda bile değildi.
Kapı açıldıktan sonra karşımda elinde tuttuğu yemek tepsisiyle rahatsız olmuş bir yüz ifadesiyle bana bakan Damon ile göz göze geldim.
Evet, az önceki durum da sinirini bozmuştu ama asıl hoşuna gitmeyen şey, yine eskisi gibi onlarla birlikte yemememdi.
İçime kapanmamı sevmiyordu, böyle giderse hasta olacağımı düşünüyordu ki, bence haklıydı ama gel gelelim hasta olmak gibi bir endişem yoktu. Zira ben bir an önce tahtalı köyü boylayıp babamın yanına gitmek istiyordum.
Hâlâ içimde onun sevgisiyle büyümeyi umutla bekleyen bir çocuk vardı. Ben büyümüştüm ama onun büyümesine hiç izin vermemiştim.
Elindeki tepsiyi alırken, "Val nerede?" diye sordum. Çünkü genelde Damon bahçe işleriyle ya da market işleriyle falan uğraşırdı, getir getir olayı Valerie'ye aitti.
"Hanımefendi arkadaşlarıyla gezmeye gitti." diye homurdandığında güldüm. "Gidiyorum, istediğin bir şey var mı?" diye sorduğunda gülümseyerek başımı iki yana salladım.
O da arkasını dönüp gidince odaya geri girip kapıyı arkamdan kapattım. Tepsinin üzerindekilere baktığımda Karen teyzenin yaptığı enfes görünen makarnayla iç çektim. Aç hissetmiyordum...
Tepsiyi masanın üzerine bırakıp kitabımı alarak yine elinde evirip çeviren Bucky'ye ilerledim. "Bırak şunu sayfalarını kırıştıracaksın."
"Nasıl okuyorsun ki bunu?" derken elinde ne olduğunu bile bilmediği bir şey tutarmış gibi konuşmuştu. "Fransızca bu."
Ne, fransızca biliyor olamaz mıydım?
"Biliyorum ki okuyorum." dedim ve kitabımı elinden aldım.
"Hadi ya," diye alaycı bir şekilde konuştuğunda ağzının üstüne ıslak odunla vurmak istedim. "Bir şey söyle bakalım."
"vous êtes tellement ennuyeux" dediğimde yüzünü buruşturarak bakmıştı bana. "Ne dedin?"
"Çok sinir bozucusun dedim."
"Öyle mi, moya krasota?" diye sordu bana eğilerek. Sonda söylediği şeyin rusça olduğunu aksanından anlamıştım ama fransızcayı akıcı bir şekilde konuşabilirken rusça hakkında tek bir kelime bile bilmiyordum.
"Ne demek o?"
"Aptal demek."
Sensin aptal demek isterdim ama şu an onunla hiç uğraşasım yoktu.
"Hem sen rusçayı nereden biliyorsun?" diye sordum. "Rus musun?" Çünkü aksanı mükemmeldi.
Gözleri hüzünle doldu ve kafasını iki yana salladı. "Öğrenmek zorunda kaldım." dediğinde ona merakla baktım. Ne demekti bu?
Meraklı bakışlarımı üzerinde hissedince, "Uzun hikâye, anlatırım bir ara." dedi ancak anlatacağını pek sanmıyordum. O yüzden uzatmadım ve önüme döndüm.
Tepsiyi görmezden gelip kitabıma gömüldüğümde bunu farketmiş ve, "Yesene şunları, bak o kadar getirdi çok değerlin." dediğinde öyle bir kinaye barındırıyordu ki sesi, yavaşça ona döndüm.
"Ne alakası var şimdi?"
Sorumu es geçip sırtını dikleştirerek heyecanlı bir yüz ifadesine büründü. "Bence izne çıkabilirler."
Şimdi anlaşılmıştı derdi. "Oldu canım, başka?" diye iğneleyici bir ses tonuyla konuştuğumda tuhaf bir şekilde bakmıştı bana. "Canım mı?"
Gözlerimi devirip tekrar kitabıma döndüğümde bu sefer, "Belki de Damon'ı kovmalısın." dediğinde öyle bir iç çektim ki, bir an ejderhaya dönüşeceğimi sandım.
"İşinde gayet iyi ve onu seviyorum. O çok iyi birisi, bu yüzdem kovmayacağım."
"Ölsün, cennete gitsin bana ne? Şöyle iyi, böyle iyi." diye homurdandığında gözlerimi büyüterek ona dönmüştüm.
"O nasıl söz öyle?"
"Belki odasını yakarsam kendisi gitmek ister." dediği zaman dehşete düşerek ona döndüm ama o beni umursamadan onu göndermenin vahşi yollarını düşünüyordu hâlâ. "Ya da oradan direkt tahtalı köye yatay geçiş yapar."
"Hayır, ona dokunmuyorsun ve burada kalıyor."
"Sen onu kovana kadar her gün bir uzvunu eksiltmeliyim belki de."
"Artık bir katil olmadığını söyledin ama hâlâ bir katilin acımasız zihnine sahipsin."
"Sadece konu sen olduğunda."
"Neden?" diye sordum. "Neden konu ben olduğumda böyle vahşileşiyorsun?"
"Bence cevabını biliyorsun."
İlan-ı aşk bebeğim.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
PETRİCHOR ~Bucky Barnes
Fiksi PenggemarSmut warning⚠️ Petrichor: yağmur sonrası toprak kokusu Winter soldier yüzünden hem babasını, hem bacaklarını kaybeden Hera, vicdanından kurtulamayan Bucky Barnes'tan yalnızca onu rahat bırakmasını istiyordu.