ÜÇ AYLIK İSTANBUL

53 19 5
                                    

  Üç aydır İstanbul'dayım. Yeni çevreler edindim. Ama Mehmed'i bulamadım. Eminim Mehmet bize mektup yazdı ama annem onu bana vermedi. Bulacağım... Onu mutlaka bulacağım.
  Fikriye ile bazen telefonda konuşuyoruz. Bir hafta sonra Ankara'ya gidecek, Fikriye ile dertleşeceğim.
  Henüz gazeteci olarak pek bir iş yapamadım. Babam da beni sıkıştırıp duruyor. Ne istiyor bilmem? Ona son
yazdığım mektupta "Baba" dedim. "Türkiye bizden daha hızlı koşuyor Avrupa kültürüne. Sen beni boşa yoruyorsun. Buralar da gazinolar açılmış. Kadınlar sahneye çıkıp şarkı söylüyor. Güzellik yarışmaları için bir sürü aday var. Sen yorulma baba. Türkiye kendi kendini bizden biri yapmak için can atıyor."
  Atatürk'ü göreceğim. Bir devletin en büyüğünü göreceğim. Hemde öyle bir büyük ki, halkı tarafından tanrılaştıran bir büyük.
  Bütün bunların ne önemi var ki? Mehmet'siz heyecanında bir zevki olamıyor.
  Ah Mehmet ah! Beni böylesine üzmeye hakkın var mıydı?!

                                ......

  Abdulvahhab'tan da mektup gelmiyor. Beni teselli etsin isterdim. Ondan bir iki satır.
  Derken bir gün postacı ondan mektup getirmez mi? Nerdeyse kalbim duracaktı. Hemen açtım mektubu. Çok ilginç bir yöntemi vardı. Heyecanla okumaya başladım.
  "... Allah'ın selâmı hidayete tabi olanların üzerine olsun.
  Değerli Maria!
  Sana Mektup yazmamak için bu zamana kadar direndim. Ama yine de yazıyorum.
  Nasılsın bakalım? Sen de yazmaz oldun. Haklısın, cevap yazmayana en fazla bir mektup daha yazılırdı, sen de öyle yaptın.
  Mehmet'i bulup bulamadığını bana yazmıyorsun yoksa buldun da evlendiniz mi? Beni ilgilendirmez ama yine de merak ediyorum.
  İslâma girme konusunda yazdıkların İslâmla hiç ilgsi olmayan görüşlerdi. Türkiye Allah'ı unutmuşsa bu seni kurtarmaz ki... Onlar İslâmi sistem, istemedikleri için, nasıl bir millet olacakları konusunda kararsızlar. Kimlikleri kaybolmus millet oldu Türkiye.. Ve diğer İslâm ülkeleri.
  Şimdi şaşkınlar. Avrupalı mı olsunlar? Müslüman mı? Ya da her ikisi mi? Nasıl bir kimlik istedikleri konusunda kararsızlar. Ama sen kararsız olmamalısın. Hâla daha bana bir müjde veremedin. Doğrusu geç kaldın. Senin gibi zeki bir kız için biraz ayıp oluyor... Yine de sen bilirsin tabii. Benden söylemesi. Allah bu alemi, kendisi ne isyan edilsin diye vermedi.."
 
  Bir sürü nasihatlar doldurmuş. Kimine hak verdim kimi ne kızdım... Ama onun mektubuyla bayağı teselli oldum..

  Günlerim ızdırap içinde geçiyordu. Bir de kapı komşum olan ablayla arkadaş olduk. İlk görüşte cahil biri ama çok temiz kalpli. Oğlu galiba demokrat. "Benim oğlum içki de içer oldu kızım. Acaba gavur mu oldu ki?" diye bana soruyor. Bir gün onlarda otururken, gözüme Milliyet Gazetesi ilişti. Baktım ilginç reklâmlar var. Hepsi de Avrupa ismini kullanıyorlar. Türklerin dostu Pierre Loti" diyor. "Zor Nikah Asri Sinamasında" diyor. Busten Keanton... Lian Haid aşk ve cinayet. Hepsi var burda. Büyük bir özenti. Abla bir gazeteye bir de bana baktı.
  -Oku kızım ne yazıyor bu kocaman mektup.
  -Bu mektup değil. Bu gazetedir.
  -İşkencede gözlerimi görmez ettiler. Çok az görüyorum. Sizin gavuristanda da var mı bundan?
  -Tabii var. Önce bizde çıktı bu gazete.
  -Ne var onda?
  - Memleket haberleri. Her gün buna yazılıyor.
  -Ne güzel. Aynı şeyi Mekke'li insanlar yapardı. Ama onlar duvara yazarlardı. Bunlar kağıda yazıyorlar.
  -Ne dedin anlayamadım. Nerde ne yazıyordu?
  -İslâm'dan önce ve sonra. O gün ne olmuşsa Mekke'deki bir duvara yazarlardı. Yani duvar gazetesi
  -Aa! Sahi mi?
  -Tabi ya.
  -Sen nerden biliyorsun?
  -Okudum yavrum. Benim babam çok büyük âlim di.Ama onu...
  Birden ağlamaya başladı abla.
  - Ne oldu? Neden ağlıyorsun?
  -Babam... Babamı astılar... Hem de daha bir kaç yıl önce.
  -Kim astı?
  -Askerler... Askerler astı babamı. Daha düşmanla savaştan yeni gelmişti. Elli yaşında cepheye gitti. Ama babam gerici, devrimlere karşı geldi diye asıldı. Herkesle beraber düşmanı yurdumuzdan kovdular. Babam mükafat olarak ipe verildi. Hepsi şu gavuristana benzemek için yapıldı. Ama bunları oğluma anlatamadım. "Dedem ölmeyi hak etti" diyor. Oğlumu soysuzlaştırdılar. Ben nasıl ağlamam kızım? Bir gün akşama kadar babamı aradım babam yoktu. Akşam ezanından sonra, Şeyh İsmail'in oğlu geldi.
  -"Babanı gördüm" dedi.
  -"Nerde?" dedim.
  -"Taksim meydanında" dedi.
  Koşarak Taksim'e gittim. Düşün Lâleli'den Taksim'e koşarak gittim. Ne görsem iyi. Babam... Canım babacığım! Ağaçta asılıydı. İnsanlara ibret olsun diye de hemen indirmemişlerdi. Düşünebiliyor musun, babam hain,onu asanlar kahraman ilan ediliyordu. Neydi babamın şuçu? İslamı yaşayan bir millet olalım diyordu. Ama müslümanlık değil. Sizin memleketinizin yaşantısı isteniyordu. Söyler misin? Sizin memleketinizde insanlar çok mu mutlu? Çok mu rahatlar? Analar, babalar, evlatlar, gardaşlar çok mu iyiler? Söyle ne olur,size benzemek için akıtılan bunca kana, kıyılan bunca cana, değer mi sizin kanunlarınız? Değer mi?
  Babacığımı ipte görünce, adeta çıldırdım.
  -"Babaaaam! Babam sana kimler kıydı babam?" diye bağırdığımı hatırlıyorum. Bir askerin dipçiğiyle yere indim. Kendime geldiğimde asker bana vuruyor ve de bağırıyordu.
  -Ağlama! O bir vatan hainiydi. Ülkemizin kurtuluşuna karşı geliyordu. Böyle köpeklere ağlanmaz.
  -Hayır hayır!!!
  Babam ve babam gibilerine iftira edilip, halk aldatılıyordu.. Hilafetin kalkmasına karşı olan babamı, "Düşmanı yurdumuzdan kovmaya karşı... Devrimlere karşı" diye halkı ikna etmişlerdi. O kadar ikna kabiliyetleri vardı ki, babamın torununu bile onun aleyhine ikna etmeyi başardılar. Yani beni, babam için ağlamaya bırakmadılar. Taksim Meydanından sürükleyerek uzaklaştırdılar. Babam!... Canım babam.. Nasıl kıydılar sanal? Nasıl astılar seni?
  Kadın kendinden geçmişcesine ağlıyordu.
  - Demek her şey bize benzetmek içinmiş. Hıh... Biz... Ne var acaba bizde? Namus duygusu diye bir şeyi kalmayan biz... Sadece makinalarımızın üstünlüğüne özeniyor, kendi dinlerini bu bahane ile terk etmek istiyorlar.
  Kadın epeyce ağladıktan sonra sordu:
  -Seni bize yakın görüyorum. Yoksa seni sevemezdim... Şu gazeteyi okur musun başka neler yazıyor?
  -Çok şey...
  -Oku oku... Birini oku.
  -Ama üzülürsün.
  -Zaten hep üzülüyorum. Şu sokaklara bak... Çoğu bizden değil.
  -Peki okuyorum.
  "Güzellik müsabakasına katılın. Kazanamam diye korkmayın. Tereddüte mahal yoktur. Kazanamasam mahcup olurum diye endişeye düşmeyiniz. Çünkü yalnız kazananlar malum olacak. Kazanmayanlar kimseye bildirilmeyecek.
  Yarışmaya katılma şartları.
1- Çok namuslu olacak(!)
2- Kötü nam yapmamış olacak.
  -Vay! Ne müthiş bir yaklaşım.
  -Evet ya... Yavaş yavaş alıştırmak. Aileler güya "bu namuslu bir şey" diye kızlarını rahatca gönderecekler Maksat; kızları çıplaklığa alıstırmak. (2)

  (2) Nitekim 1991 yılında, eski Milliyet Gazetesi sorumlu müdiresine soruldu. Daha sonra "neden güzellik yarışmalarına son verdiniz?" Sorusuna "Gerek kalmadı. Artık bütün sokaklarda etkisini gördük."dedi.
 
  -Sizin memleketinizde de aynı şeyler var mı?
  -Olmaz mı? Şunu unutma, dininizin aksine ne gelirse size, bilin ki bizden geliyor.
  - Haklısın, okumaya devam eder misin?
  -Tabii. Söyle ana başlıklara bir gözatayım.
  - Şu çıplak kadının yazısında ne var?
Tövbe estağfirullah! Bir kadın, elin heriflerinin gözü önünde donla nasıl durur?
  -O mayo, mayo... Don değil.
  -İsmi değişirse donluktan çıkar mı? Bu bir don işte.
  -Bizdeki mayolar daha kısa. Sizdeki şimdilik diz üstünde. Ama çok yakın gelecekte iyice kısalacak.
  -Allah'ım!! Bu ne rezalet? Ee ne yazıyor?
  - Bu bir reklam: "Kulunç ağrılarını def ediniz" diyor. İlacın ismini bildiriyor.
  - Eee... İlâçla bu çıplak kadının ne ilgisi var?
  -Maksat, çıplak kadına gözleri alıştırmaktır. Unutmayın, medeniyetler reklâmlarla alıştıra alıştıra yerleştiriliyor. Bizde de böyle olmuştu. Şu haber sizin için daha ilginç. Bakın ne diyor.
  "Avrupa güzellik yarışması için jüri heyeti başkanı Mevrice Waleffe geldi" diyor... Ayrıca şöyle bir haber daha var "Ben Rubi, müsabakamıza katılmak için, Paris'ten şehrimize geldi."
  Şurda da "Bu millî bir vazifedir" yazıyor. Yazık!! Koca bir millet olmanıza rağmen, sizi çok kolayca ele geçirmişler. Hem de çok kolay
  Dün Fransızları yurdunuzdan attınız. Bu gün Benrubi kalkıyor Paris'ten, sizin kızlarınızı soyma plânı olan yarışma için geliyor. Ve siz de onun gelişinden şeref duyuyorsunuz. Doğrusu çok acıdım size. Kapana da çok kolay düşmüşsünüz. Karşı tarafı yormadan, kendi gayretlerinizle gidiyorsunuz tuzağa. İnanın nerde ise halineze ağlayacağım. Babamın toplantısı... Toplantıdan önce gerçekleşmiş. (3)

  (3) Değerli okuyucularım.Milliyet Gazetesinden alınan haberi aynen aslına sadık kalarak alıyor, sadece tarihleri bir kaç yıl farklı olarak aynı zamanda birleştiriyorum.İlgililere arz ederim.
Emine Ş.

.....
.
.
.
.
.
  Selam arkadaşlar;
Bu bölümde bitti. Pek düzenleme yapmadan hemen atmak istedim. Yazan haberler de Emine Ş. dediği gibi gerçek. Gerçekleri görmek insanı şaşırtıp üzebilir. Gerçeklerin iyi yüzü her zaman olmaz,bilin istedim.
Sağlıcakla kalın hoşçakalın 💫🦅🤍

MARİA Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin