Perişan halde sokaklarda dolaştım.Almanya'nın neresinde olduğumu bile bir müddet hatırlayamadım. Olduğum yere yığılıp kalmışım. Kendime geldiğimde Abdulvahhap başucumda beni bekliyordu. Kolumdan tutup beni arabamın yanına kadar götürdü. Arabaya zorla binmiştim. Direksiyonu tutacak halim yoktu... Abdulvahhap:
- İstersen ben kullanayım, dedi.
- Çok iyi olur. Ehliyetin var mı?
- Evet var. Her ihtimale karşı almıştım.
- Peki nereye gideceğiz?
-Sen nereye istersen.
- Sen mi bu sözleri söylüyorsun?
-Evet neden olmasın.
-Hani sen kadınlardan uzak dururdun?
-Yine öyleyim. Ama şu anda seni böyle bırakamam.
-Çok mutlusun değil mi?
-Neden mutlu olayım?
-Neden olacak? Benim isyanımı gördün.
-Yanılıyorsun Maria! Sen müslüman olursan sevinirim. Hristiyanlığı bırakıp, dinsiz olursan ben ona sevinmem. En kötü, en sapık inanç bile, dinsizlikten ehvendir,
-Yani birde bana müslüman olmamı mı teklif ediyorsun?
- Hayır. Senin, şu anki bunalımında sana yardımcı olmak, insanlık vazifemi yapmak istiyorum.
-Çok iyisin... Ama ben çaresizim. Ne olacak halim? Ben artık kiliseye dönemem.
Birden zihnim farklı yönde gelişti.
-Yoksa Allah yok mu acaba?
-Haşa!! Öyle şey olur mu? Allah olmasaydı sen olur muydun?
- Ya tesadüfsem?
-Tesadüflerde matematiksel hesap olmaz. Bak, şu teneffüs ettiğimiz havanın oksijeni %21 değilde, biraz eksik ya da biraz fazla olsa birinde yanar, birinde boğulurduk. İnsan beynini düşün, iğnenin ucu kadar bir kan pıhtısı, herhangi bir damara denk gelse, vücudun herhangi bir uzvu felç ya da ağrılar içinde kalıyor. Bir damarın tıkanması, bir ayağın kesilmesine sebep oluyor. Vücudumuzu incele, her şey çok mükemmel. Bir matematik silsilesi adeta. Milim milim dengelenmiş. Bir göz doktoru kaç yıl okuyup göz hakkında uzman oluyor?
-Galiba onaltı onyedi yılda.
-Düşünebiliyor musun,bir gözün sanatını öğrenmek için yıllarca ders çalışıyorlar. Tesadüfün dersi çalışılır mı? Tesadüfe ders olur mu?
-Ne kadar güzel söyledin.
-Neyi?
-Tesadüfün dersi olmaz. Evet, mademki her şey tesadüftür, binlerce fakülte var, bunlar ne öğretiyorlar ki
-Bravo! Çok yerinde düşünüyorsun. Mehmet yaşadı demektir. Senin gibi akıllı bir kıza sahip olmakla bahtiyar olsa gerek.
- Amaan!! Mehmet'le de işimiz ne olacak bilemiyorum... Sen anlatmaya devam et... Ama ben iyi değilim. Beni eve götürsen.
-Tabii memnuniyetle. Yeter ki sen kendini burakma.
-Nasıl başaracağım?
- Neyi?
-Kendime gelmeyi. Allak bullak oldum. Yıllardır sevdiğim kiliseyi bir saat içinde terk ettim.
-Sen zaten kiliseyi de pek dinlemiyordun aslında...Ama şartlanmıştın. Kendinde dindar bir kıza benzer bir belirti görüyor muydun?
-Ne demek bu? Tabii ki benziyordum.
- Peki ateist kızlarla yanyana geldiğinde onlardan hangi tavrın farklıydı? Ya da şöyle sorayım, sen Yahudi kızların arasında onlardan farklı bir yanını fark ediyor muydun?
-Amaaan... Her neyse... Bitti işte bitti... Her şey bitti. Eve gidelim ne olur! Yanlız, rica ediyorum bu günkü çılgınlığımdan anneme hiç söz etme. Annem sana surat asarsa onun kusuruna bakma.
- Neden surat asacak ki bana? Henüz tanışmıyoruz bile.
-Annem müslümanları hiç sevmez. Benim Hristiyanlığımla da çok övünür. Bu halimi bilse, kadıncağız kalpten gider. Seni de asla eve sokmaz.
- Zararı yok... Bizler nasıl olsa, kendimize nefretle bakıldığını biliyor ve bunu yıllardır yaşıyoruz...
Benim ağlamam durmuştu ama gözlerimin şişi hâlâ inmemişti.
Eve geldiğimizde saat gecenin onbiri olmuştu. Abdulvahhap'la içeri girdik. Annemle babam salondaydılar. Bizi görünce babam ayağa kalktı.
- Ooo.. Benim güzel kızım nihayet geldiler. Hoş geldiniz.. Nerdeydin Maria?
Geç geleceğini söylemeyince bayağı merak ettik.
-Biraz gezdik... Bu arkadaşım Abdulvahhab.
- Oo çok memnun oldum. Kızımın arkadaşı benimde arkadaşımdır.Buyrun şöyle oturun.
Babamın karşılama töreni çok güzeldi. Annem Abdulvahhab'ın suratına bile bakmadı... Babam birden gözlerini gözlerime dikti.
- Maria? Sen ağlamışsın!
- Önemli değil baba.
-Önemli olmaz mı hiç. Seni ağlatan sebep nedir?Hemen bilmek istiyorum. Unutma, gazeteciler ağlamaz.
Abdulvahhab girdi araya:
.- Çok doğru. Gazeteciler ağlamaz, ağlatırlar...
Gülmeye çalıştım. Annem başıma çullandı.
- Söyle ne oldu Maria?
- Yok birşey anne! Canım sıkıldı biraz.
- Mehmed'e mi canın sıkıldı? Bu kadar harap etme kendini. Hiç kimse, bu kadar harap olmaya lâyık değildir.
-Haklısın anne. Ama ne yapayım Mehmet'siz bir dünya düşünemiyorum.
- Sahi, sen bu gün pedere gidecektin galiba, ne oldu gittin mi?
-Sonra konuşuruz anne.
Babam yavaşca kulağıma eğildi.
- Zavallı annen... Seni hâlâ katolik sanıyor. Aferin iyi rol yapıyorsun.
Daha sonra da aynı şeyi annem söyledi... Babamla Abdulvahhab orta salona geçtiler. Ben de gittim. Babam konuşmaya başladı.
- Eee azizim söyle bakalım nerelisin?
- Mısır'lıyım efendim.
-Oov... Mısır... Çok iyi bilirim Mısır'ı. Orada beş yıl görev yaptım.
- Ne görevi efendim.
-Gençliğimde, papazlığa özenmiştim. Kilise beni Mısır'a gönderdi. Çok iyi Arapça bilirim.
- Neden göndermişti?
-Hristiyanlığı yaymak için. Onca yıl Mısır'da kaldım sadece beş müslümanı hristiyan yapabildim. Canım sıkıldı. Geldim. Sonradan zaten dini tamamen bırakıp okudum. Dinler bana çok saçma gelmeye başladı.
- Dinler değil, hristiyanlık saçma gelmeye başladı deyin. Dinler deyince İslâm'da içine girer.
-Fark etmez... Dinler aynıdır.
-Çok fark eder. Dinlerle, İslam dini bir birlerine hiç benzemezler.İslâm dini Allah'ın mesajıdır. Ve hiç bozulmamıştır.
Birden konuyu değiştirmeyi düşündüm.
-Babam dinsizdir Abdulvahhab. Onunla din tartışılamaz. Boş verin. Sen şu bu günkü konuyu anlatır mısın?
- Hangi konuyu?
-Hani tesadüfün dersi olmaz demiştin ya. Bu sözü ben çok beğendim.
-Maria, sende beni dinsiz göstermekten çok hoşlanıyorsun. Kızım, dinsiz deme ateist de. Ayrıca, dinsizlik ayıp değil ki.
- Neden baba? Ha dinsiz, ha ateist. Arasında ne fark var? İkisi de aynı şey değil mi?
-Tabi aynı. Ama etkileri farklı. Halkımız, "dinsizim"deyince ürperir. Ama, "ateistim" deyince, ateistliği modern bir görüş gibi görür. Onun için biz, "dinsizim" kelimesini hiç kullanmayız. "Ateistim" deriz... Ya da sosyal demokrat.
- Her sosyal demokrat dinsiz midir?
-Bazıları dini sevdiklerini söylerler ama acaba dinde onları seviyor mu? Bütün mesele İslâmın bütününe inanmaktır.
-Neyse, sen su tesadüfler konusunda konuşsan... Belki babamda inanır Allah'a.
-Kızım, ismi Allah mıdır bilmem ama, bir yaratıcı olduğuna inanıyorum zaten. Bana ne anlatacak?
-Dur Maria babanıza ben cevap vermek istiyorum... Söyler misiniz, Allah'ın varlığına nasıl, nerden inanıyorsunuz?
-Bilmem... Bir yaratıcı var... Baksana arılar bile çok bilinçli çalışıyorlar. Uzayın esrarı tamamen tanrıyı bildiriyor. Evet evet tanrı var. Biyoloji öğretmenimiz demişti.
Akciğerin alveollerini şöyle yaymak mümkün olsa, seksendört metre kare alanı kaplarmış. Yani bir daire demektir bu. Tanrı o kadar bilinçli ve öylesine müthiş sanatçı ki, küçük akciğere kocaman alanı kapsayacak maddeyi yerleştirmiş. Onun için düşünüyorum. Bunlar kendi kendine var olamazlar.
Hepimiz babamı dinlerken hayretler içinde kaldık. İlk hayretini belirten Abdulvahhap oldu.
-Aman ne kadar güzel konuşuyorsunuz. Sizin gibi müthiş idraki olan insan, hayret nasıl dinsiz olabilmiş. Siz bu kadar düşündükten sonra...
Bu konuşma babamı coşturmuştu. Devam etti:
-Bu da birşey mi? Size böbreği anlatsam aklınız durur.
-Anlat baba ne olur. Senden bunları duymak beni çok memnun ediyor.
- Duy duyda... Babanın bilinçsizce ateist olmadığını anla.
Bakın mesela böbreklerimiz her böbrekte milyonlarca nefron bulunur. Kan; bu milyonlarca nefronlardan geçe- rek temizlenir. Bu nefronları kim niçin oraya yerleştirdi? İşte burası çok önemli. Tabiat nerden bilsin nefronları? Nasıl düşünebilir? Burada temizlenen kan Glomerül'lere gelen kan, burada bir günde yüz yetmişle yüz seksen litre arasında kan filitre ediyor. İçimizdeki parçalar, kanımızın filitrelenmeye ihtiyacı olduğunu nerden bilebilir?
Vücudumuzdaki parçalarda akıl yok ki kendi kendilerine doğru ve faydalı işler yapsalar. Ama hepsi de bir emir komuta zinciri gibi birbirlerine bağlı olarak üzerlerine düşen görevi yapıyorlar. Birinden biri görevi bıraksa hayatımız mahvolur.
İnsan beyni asırlardır inceleniyor. Kendi kendine var olan bir rastlantı olsaydı, bunca ilerlemelere rağmen, insanların hâlâ beyindeki muammalarla uğraşır olurlar mıydı? Bir şey, bunca düşünürü, tıp adamlarını en az beşyüzyıl düşündürecek kadar mükemmelse, bu şey, ne olursa olsun tesadüf değildir.
-Aman Allah!.. Maria, bunları söyleyen baban mı?
-Evet anne...
-Aaa büyütmeyin canım. Bunlar eskiden aklımda kalanlar, coştum da anlatıyorum.
Abdulvahhap'ta çok şaşırmıştı.
- Siz nasıl dinsiz olmuşsunuz? İnanın ben bu kadar güzel açıklama yapamazdım.
- Zaten benim canımı sıkan olayda bu ya. Kendimi Tanrısız yapamıyorum. Evrende ne varsa hepsi, bir bilinci ispatlıyor. O yüzden yaratıcıyı kafamdan söküp atamadım. Ama yinede kendimi Ateist veya Tanrısızlar grubuna sokuyorum.
-Hiç kimse Tanrısız değildir. O yüzden bizim inancımızda, Allah'sız, tanrısız gibi kelimeleri kullanmak haramdır.
-Ne yani! Adam Tanrıya inanmıyorsa ona Allah'sız denmez mi?
-Denmez. Çünkü onun Allah'ı var. Ama o inanmıyor. Onun inanmaması onun Allah'sız yaratıldığını göstermez.
Bu tartışmalar saatlerce sürdü. Babam Abdulvahhaba devamlı "gençsin dine takılmayı bırak" diye telkinlerde bulundu, o da "hem yaratıcı çok bilinçli diyorsunuz. İnsanların dışkı yolunu bile düşünmüş olan yaratıcının insanlara bir rehber, bir sistem göndermiş olabileceğini düşünmüyorsunuz. Her şeyi düşünen Allah, bize bizi nerden getirdiğini, nereye götüreceğini bildirmez mi? Bizi kocaman uzayın derinliklerinde, milyarlarca yıldızdan sadece birinin üzerine getirip, buraya neden getirdiğini söylemez mi?" diyordu. Babam "Bu gençten korkarım beni yolum dan sapıtırabilir" diye şaka yollu görüşünü söyleyip, dini konularda bir daha girmedi. O gece Abdulvahhab'ı babam bırakmadı. Bizde kaldı. Herkes odasına çekildi.
O gece de çok ağladım.... -"Mehmet'im... Sensiz olmuyor Mehmet'im. Ne olur gel... Artık ben bir katolik değilim..." diye diye uyumuşum.Sabah'ın erken saatinde açlığımın beni çok rahatsız ettiğini hissettim. Dün sabahtan beri yemek yememiştim.Bir günde dünyam değişivermişti.
Alt kata indiğimde hayret Abdulvahhab'in kalkmış olduğunu, bir şeyler okuduğunu gördüm.
-Hayrola! Ne yapıyorsun?
-Dua dersimi yapıyorum. Bir nevi Allah ile konuşmak. Namaz kıldım da.
-Ben de yemek yiyeceğim. Daha doğrusu çay içeceğim. Sende içer misin?
-Hayır. Ben babanla beraber kahvaltı yaparım.
-O halde ben de senin yanında oturup konuşarak kahvaltımı yapayım. Çok bunalıyorum.
-Sabahın bu saatinde mi?
-Neden olmasın? Allah ile bu saatte konuşuyorsun,madem benimle de konuş. Allah o zaman seni daha çok sever, iyilik yapmış olacaksın.
-Olmaz Maria! Benden fazla ilgi bekleme. Soruların varsa bana mektupla yaz..
-Yine aynı saçmalık. Tamam vallahi sen benden korkuyorsun. Yahu inanmıyor musun? Benim Mehmet'ten başkasını gözüm görmez.
-Olabilir.
-Ee... Ne demek şimdi bu?
-Unutma, benim dikkat ettiğim şey senin gözün değil.
-O halde kendi gözünden emin değilsin.
-Böyle şeyler konuşmamız bile beni üzüyor. Lütfen Maria... Beni anla... İnancıma aykırı davranıyorum. Ayrıca sözlüm Selva şu anda bizi görse affetmez.
-Aaa! O, o kadar anlayışsız mı?
-Hayır... Beni çok seviyor. Seven kıskanır. Ama batı medeniyeti kıskanmayı da ayıp, aşağılık olay gibi gösteriyor. Boynuz doldu dünya, kafalar görünmüyor!!!........
.
.
.
.
Selam arkadaşlar;
Bu bölümü nasıl buldunuz? Maria'nın önceki bölümdeki isyanını ben çok seviyorum. Sizce ileride neler olaracak?
Bu arada bir kitap yazmaya başladım; Hayal Cenneti Gelecekten Bi'haber...
Okumak isteyenler mariaoffical2034 hesabına bakabilir.Bu fotoyu bırakmak istedim. Sağlıcakla kalın, hoşçakalın 💫🦅🤍
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MARİA
Ficção GeralMaria,maria işte.... . . Kitabın yazarı Emine Şenlikoğlu'nun izni dairesinde yazılmıştır. İzin alınmadan paylaşılması yasaktır. . . . . . . . Uzun uğraşlar sonucu kitap tamamlanmıştır. Okuyan herkese teşekkür ediyorum. M. Maviş