"Şu an yaptığım tek şey sorgulamak, sebepsiz suallere manasız cevaplar verirken bile bir sorgu aşamasından geçiyorum. Beynimi elime aldığım vakitleri tam olarak nitelendiremesem bile tenimi avuç avuç dünya taşına gömüyorum. Hücrelerim, zerrelerim, iliklerim, gördüklerim, geçirdiklerim ve nicelerim... Hepsinin cevabını kendi içimde verdiğim savaşlarda gazi veyahut şehit ediyorum. Cihanı döken diktatörüm, ey yüce efendi, senin ülkenin artıklarını ben içimde dallandırıyorum. Çubukları silahlarım, dünya taşını elmalarım yapıyorum. Yuttuğum taşları kusmaya vakit bulamadan, tanrım biliyorsun senin artıklarını ben yiyorum. İroniktir ki kitabında benim gibileri 'Ahmaklığını tekrarlayan akılsız,Kusmuğuna dönen köpek gibidir.' diyerek nitelendiriyorsun [Süleyman'ın Özdeyişleri 26:11-17]. Senin günahlarını bir bir emip çıkardığım yere dönmek yaptığım en büyük ibadet değil midir oysa? Denis'im ben yüce tanrı, adının kılıfını en ukalalıkla giyen varlık olsan dahi senden geri kalır yanım olmadığı vakitlerde düşlerime karıştırıyorsun günahlarını. Taşlasınlar beni kendi günahlarından yaptıkları taşlarla, sopalasınlar beni kendi dillerinden daha sivri dallarla, yak beni kendi kin ve nefretinden yarattığın ateşlerde. En büyük savaşım sensin, sen ve senden gelenlerin kusmuklarında yıkanan cesetlerin sesi kulaklarımda. Yersiz suallerimle ifade ediyorlar kendilerini, tanıyorum her birini geçmişimden. Kim ne derse desin bu savaşların en büyüğü birkaç on yılı bile devirememiş olan değil, benim seninle olan kavgamdır. Her bir kitapta kendine giydiriğin kılıflardan ziyade kara koyunlarınla ilgilenirim, beyazı örtmek kolaydın tanrım, sen bir de siyahı dene. Asaletine gölge düşürmeyi bırak, kılıflarını bile sığdıramazsın üstüne. Gündüzü kandırmak kolaydır tanrı, geceleri kandırmayı dene bir de. Sözde yaratıp fiilde öldürdüklerin ilelebet seslerini sunacaktır geceye ve Ay'a. Bana yaz kılıflarını ve kıllandıklarını. Kavgamın gazilerini ve şehitlerini benden önce al cennetine. Kendi kılıflarını günlük değiştir, kitaplarını asırlık, sözlerini günlük, kainatını ise evrensel olarak değiştir. Her birinde ve son nefesimde dahi kavgam olacaktır seninle. Kirlenmiş topraklarının üstünü temizleyen yoldaşlarının kanları, günahların toprağında meyvelerini yetiştiren çocuklarının gözleri, en yüce soğukları yemiş bot tabanları çarpsın topraklarına ki hepsi varından yoğuna kurtuluşa ersin. Yüce diktatör ve onun tanrısı, en çok da diğerlerinin tanrısı. Benim kavgam sizden gelenlerden çok sizinle ve bana sunduklarınızla."
Hyunjin derin bir nefes alarak odanın içinde kendi kendine yaptığı konuşmasını bitirdi ve birkaç dakika sonra çalan kapı ziliyle oturduğu pencere pervazından kalkıp kapıya yöneldi. Gelen Jeongin'di. Basit bir selamlaşma ardından içeriye davet etti ve ikram için sigarasını çıkardı. Jeongin dalgın dalgın sigaraya bakarken "Beni sigaraya başlatan aşk, seni nelere başlattı Hyunjin'" dedi. Hyunjin dudaklarına götürüp yaktığı dalından derin bir nefes alıp "Beni sigaraya başlatan nefretti Jeongin, seni sigaraya başlatan aşk bana sigara bile bıraktırır. Bilemiyorum..." dedi. Jeongin başıyla onayladıktan sonra örtülü tuvali açtı ve büyük bir dikkatle incelemeye başladı. Öncekine göre daha detaylıydı. Hyunjin sırıtırken çıkan nefes sesleriyle karışık bir şekilde "Keşfettiğim bir vücudun boşluklarını çizmek daha kolay, ancak kalbindeki boşluğu nasıl resmedebilirim emin değilim." dedi. Jeongin tuvali incelemeye devam ederken "Orası bomboş Hyunjin, sadece ufak bir lavanta var tam ortasında. Tüm boşluğa rağmen var gücüyle orada duran. Dırdır edip durur yersizce, ona filozof ressam çiçeği diyorum sanırım. Çok çabuk kılıflandırılabilecek bir varlık, hayrete düşürüyor beni her zerresi..." dedi. Hyunjin'in aklına kendisi gelmiş olsa dâhi bunun üzerinde durmadı ve "Lavantaları sever misin?" dedi, Jeongin gözlerini tablodan çekip gülümseyerek "Evet, severim. Küçüklük arkadaşım Yona vardı (Felix olarak düşünün), toplama kampına gitmeden önce beraber lavanta bahçelerine gider saatlerce sohbet ederdik. Peri gibi ve çok güzel bir oğlandı, güzelliği birçok kadını kıskandırmaya yeterdi. Kampa gittiğinde geceleri gizlice tellerin orada buluşurduk. Fazla tehlikeli olduğundan bunu sık sık yapamazdık, her seferinde lavanta götürürdüm ona. Son görüşmelerimize doğru ona yiyecek bir şeyler götürsem bile fazlasıyla zayıflamıştı. Bir gece gittiğimde gelmedi, sonraki gece de, bir sonraki gece de. En sonunda oldukça zayıf bir kadın buruşmuş bir zarf getirmişti ve bana onun öldüğünü söylerek mektubunu vermişti." Jeongin'in gözyaşları dökülmeye başlarken "Keşke kurtulabilseydi, çok güzel bir çiçekti o." dedi. Hyunjin'in nefesi dağlanırken yutkundu, savaşın gölgesi vicdanı olan insanlar üzerinde egemenliklerine devam ediyordu. Hyunjin, Jeongin'in gözyaşlarını nazikçce sildi ve "Nereye gittiğini ya da bir yere gidip gitmediğini bilmesem bile umarım mutludur Jeongin." dedi. Duru hüzün ve özlem belki de her şeyden daha güzeldi Hyunjin'in gözlerinde.
-He used to call me poison
Like I was poison ivy
I could've died right then
'Cause he was right beside me
Jim raised me up
He hurt me but it felt like true love
Jim taught me that
Loving him was never enoughWith his ultraviolence-[Bana 'Zehir' derdi
Zehirli Sarmaşıkmışım gibi
Oracıkta ölebilirdim
Çünkü o hemen yanımdaydı
Jim beni düzeltti
O beni incitti ama bu bana gerçek aşkmış gibi hissettirdi
Jim bana şunu öğretti ki
Onu sevmek asla yeterli yeterli değildi
Onun yoğun şiddetiyle..]
ŞİMDİ OKUDUĞUN
hell or high water/hyunin
Fanfiction'Fazla güzelsin küçük Aşk Tanrısı, taşıyamazsın onca günahı.' 23.11.23