Gaz odasından çıkan ölüleri toplu gömmeye götüren askerlere takıldı gözüm. Yavaşça yanlarına adımlayıp göz ucuyla cesetleri süzdüm. Yüzlerinde oldukça acı verici bir ifade olması garip hissettiriyordu. Rastgele çaputlara sarılmış cesetlerin birinin yüzü hafifçe açılmıştı. Kapamak amacıyla onun olduğu tarafa geçtim. Gördüğüm çillerle bir süre duraksadım. Kalbime bir hançer saplanmış gibiydi. Yavaşça çaputu çekip ölü bedene baktım. Gördüğüm tanıdık sima ile nefesim kesilirlen hızlıca çaputu kapattım ve oradan ayrıldım. Ne hissetmem gerekiyor bilmiyordum. Jeongin. Ya o ne düşünüyordu? Nefesimi düzenlemeye gerek duymadan kampta Jeongin'i aramaya başladım. Oldukça bitkin bir şekilde elindeki dalla toprağa yıldız şekilleri çiziyordu. Etrafa hızlıca bakıp yanına eğildim ve kısık bir sesle "Jeongin." dedim. Başını buruk bir gülümseme ile bana dönüp "Biliyorum, benim yerime o gitti." dedi oldukça durgun bir tonda. Bu tonda duru hüzün ve oldukça yoğun bir özlem vardı. Başımı sallayıp dolmaya çalışan gözlerimi yumdum ve "Özür dilerim." diyebildim yalnızca. Başını rastgele sallayıp cebindeki lavantayı ve eski metal parayı gösterdi. "Gün ışığımdan geriye yalnızca bunlar kaldı efendim. Özür dilemeniz ya da gözlerinizin yaşarmaması adına bir şeyler yapmanıza gerek yok. Onun katili ben değilim, sizsiniz. Siz ve yaşattığınız düzen." dedi. Bunları derken yüzüme değil, ellerindekilere bakıyordu. Başını bana çevirip kırgın bir sesle "Şaheserinizle gurur duyun efendim. Umarım biricik Führeriniz mutlu olur." dedi.
Gözlerine bakamadım.
Onlara bakacak yüzüm yoktu. Güzel bir meleği öldürmüştüm, hatta bir değil iki meleği öldürmüştüm. Daha geçen gün kıkırtısını duyduğum bedenler bir anda ölmüştü. Biri bedensel, diğeri de ruhsal olarak. Jeongin ellerindeki yeniden cebine koyup elini kalbinin üzerine götürdü. Oraya vururken yerdeki yıldızları izliyordu. "Buram acıyor efendim. Hem de çok acıyor. Bu hayat acısını çekmem için beni yaşatıyor ve ben buna tahammül edemiyorum. Felix'in sevdiği şeyleri umursayacağınızı sanmıyorum ancak çillerinden hep nefret ederdi. Daha küçücük bir çocukken onları yıldızlara benzetip sevmiştim. Yıldızlar gökte olur efendim, toprağın altında olmaz. Felix gözlerini hep göğe yakın tutardı, orada bir yıldız olmak istediğini söylerdi. Onun hak ettiği ölüm değildi efendim." dedi. Benim de oram acıyordu ancak konuşmak pek mantıklı değildi. Bir şey demeden yanında uzaklaştım. Yaşamak ne kadar benim hakkımdı bilmesem bile en azından buranın kölesi bir insan olacak kadar kötü değildim.
Eve gittim, elimde boş bir sayfa alıp sözleşmemi bitirmek istediğime dair bir dilekçe yazdım. Yarın üst rütbemden birine gönderir ve işleme geçirirdim. Yazdıktan sonra buruşturup atmadığım nadir kağıtlardandı bu sayfa. Ceza çekeceğimi biliyordum, halkın beni arasına almayacağının da farkındaydım ancak yerde daha fazla yıldız görmek istemiyordum. Savaş bitmek üzere ve Füher yavaştan gücünü yitirmeye başlamıştı. Mağlubiyet kapıdayken kaçmak belki de en mantıklısıydı.
Duru hüzün ve özlem her şeyden çok can yakardı. Gözyaşlarıyla ıslanmış toprağın altında olan yıldızlar bir daha parlayamazdı.
Tereyağı
Hitler amca!
Bir gün bize de buyur.
Kakülünle bıyıklarını
Anneme göstereyim.
Karşılık olarak ben de sana
Mutfaktaki dolaptan aşırıp
Tereyağı veririm.
Askerlerine yedirirsin.
Orhan Veli Kanık-1939 Eylül
ŞİMDİ OKUDUĞUN
hell or high water/hyunin
Fanfiction'Fazla güzelsin küçük Aşk Tanrısı, taşıyamazsın onca günahı.' 23.11.23