inci boncuklar

24 5 9
                                    

Sabahın sekizinde kapıyı çalan ve tüm mahalleyi kaldıran çocuklarla uyanmıştım. Ellerinde gazetelerle kapılara vurup sokaklarda bağırıyorlardı. "Kızıl Ordu sınırları geçti, Kızıl Ordu kampları basmaya başladı!" sesleri kulaklarımda yankılanıyordu. Hızlıca yatağımdan kalkıp çalınan kapıya doğru koştum. Kapıyı açıp çocuğun elindeki zarfı ve gazeteyi alıp parasını ödedikten sonra gazeteye üstün körü gözümü kestirip hızlıca zarfı açtım. Devrelerimden olan  Louis'tendi bu mektup. Mektubunda Kızıl Ordu'nun kamplara yaklaşmasından ötürü esirleri uzun bir yürüyüşe çıkardıklarını, hasta ya da zayıf olanları kampta bıraktıklarına değinmişti. 17 Ocak gece saat dört sularında sessiz bir şekilde kamplar bölüm bölüm boşaltılmaya başlanmıştı, bugün 23'üydü ancak mektup 22'sinde yazılmıştı. Dediğine göre 22'nin gece vaktinde son grupta kamptn başarı ile çıkarılıp batıya yollanmıştı. Kalanların bir kısmı vurulurken kalan kısım da aç ve susuz bir şekilde ölüme terk edilmişti. Cümleleri sindirmeye çalışırken tüm vücudum titriyordu. Jeongin nasıldı? Cümlelerin sonunu getiremeden hızlıca küçük evde kıyafetlerimin bulunduğu odaya adımladım. Elime gelen ilk şeyleri hiç düşünmeden üstüme geçirip başka bir ceketi koluma takarken kendi paltomu üzerime geçirdim. Eğer Jeongin oradaysa ona verebilirdim, değilse bile Louis yardımı ile ona ulaşabilirdim. Kendi saçmalıklarımı belirli kalıplara sığdırıp mavinin tadından mahrum kalmak istemiyordum. Özgürlüğü her zerremde hissetmek istiyordum.

Evden çıktığımda kampa nasıl gideceğime dair en ufak bir fikrim yoktu. Bulduğum ilk arabayı durdurup çok göze batmamak adına kampa biraz uzakta olan evlerin adresini verdim. Şoför fiyatın tuzlu olacağını söylemişti ancak pek önemsediğim söylenemezdi. Bir saate yakın bir yolun ardından parayı ödeyip indim. Etrafa bakarken gördüğüm yola doğru koşmaya başladım. Yolun bitiminde iki ara vardı, gireceğim ara büyük bir yola açılıyordu. Yolun sonunda büyük demir kapılar ve üstünde "Arbeit Macht Frei" yazan büyük bir kısım vardı. Yolu hızlı adımlara tamamlamaya çalışırken ciğerlerim çok zorlanıyordu. Kapıya vardığımda sesli bir küfür ettim. Çalışmak özgür kılmıyordu. Kapıda kimsenin olmaması alıştığım bir durum değildi. Büyük kapıyı zorlukla ittirerek kampın içine girdim. Askerler için ayrılan bölüme hızlıca göz atıp kimsenin olmadığını görmemle rahatladım. Etrafta yoğun ve ciğer parçalayan bir koku vardı. Ölüler bu kadar kısa süre kokmazdı, muhtemelen çoğu işkence görmüştü. Yer yer olan cesetlerin yüzlerine bakarken çoğunun dayak yemiş olduğunu gördüm. Her bir cesede bakmak amacıyla eğildiğimde onun Jeongin olmaması için dua ediyordum. Korkudan başım dönmeye başlamıştı, var gücümle Jeongin'in adını haykırıyordum. Sürekli buluştuğumuz yere doğru koşmaya başladım, uzaktan bir bedenin yerde yatıyor olduğunu seçebiliyordum. Gözlerim dolarken tek isteğim o ise ölmemiş olmasıydı. Adımlarımı olabildiğince hızlandırırken hızlıca bedenin yanında yere çöktüm ve kendime çevirdim. Gördüğüm tanıdık yüz çoktan kan ve yaralarla kaplanmıştı. Yaşlarımı silme ihtiyacı güdmeyerek adını sayıklamaya başladım. "Jeongin, beni duyuyor musun?" cümlesini defalarca kez haykırırken özlediğim gözler nihayet güçlükle açılmıştı. Gözleri oldukça baygın bakarken başını hızlıca göğsüme gömdüm ve "Ölemezsin Jeongin, kendine gel! Gideceğiz buradan, nefes almaya çalış lütfen!" dedim titrek çıkan sesimle.

Nefeslerini göğsümde oldukça hafif bir şekilde hissediyordum. Yaşlardan önünü net göremeyen gözlerim Jeongin'in boynuna takıldı. Boynunda inci bir kolye vardı. Jeongin elini kaldırıp yanağımı tuttu ve gülümseyerek "Gelmişsin." dedi. Başımı gözyaşlarım arasına bir tebessüm kondurarak salladım ve "Bırakmam seni Jeongin, bırakamam. Seni seviyorum Jeongin, en saf ve el sürülmemiş duygularımla seviyorum seni." diyebildim. Jeongin yavaşça elini boynuna götürdü ve kolyeyi çıkarıp bana verdi. Oldukça kısık ve yorgun çıkan sesiyle "Yaşayacağıma dair ümidim yok Yeryüzü Yıldızım, senden gitsem bile kalayım." diyerek kolyeyi elime bıraktı. Kollarını bana sarıp öksürmeye başladı, kendini zor bir şekilde toparlayıp "Seni seviyorum Hyunjin." dedi. Saçlarına ufak öpücükler bırakırken bir süre sonra nefes sesleri kulağımdan silinmişti. Yavaşça kollarımı ayırıp Jeongin'e baktım. Nefes almıyordu ancak yüzünde garip bir ifade vardı.

Bu ifade korku, üzüntü ya da pişmanlık gibi duygulardan uzak olmakla beraber duru hüzün ve özlemden çokça iz taşıyor olmasına rağmen çok farklıydı. Yıllarca anlamlandıramadığım bir duygu olan "huzur" duygusuna ilk defa şahit olmuştum. Kapalı gözlerinden bir damla yaş güzel kirpiklerini delerek kan izleri bulunan yüzünde ince bir yol izlemişti. Jeongin ölmüştü.

Elimdeki güzel kolyeye bakarken ne hissettiğimi bilmiyordum. Koca bir boşluğun içinde değildim, koca bir boşluk benim içimdeydi. Elimdeki kolyeyi izlerken bir anda dağılıvermişti bağ yerinden. İnci boncuklar yere dağılırken Jeongin de gökyüzüne veda eden bir yıldız olmuştu.

hell or high water/hyuninHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin