Çıkışımı yapalı birkaç gün olmuştu. Artık orduyla resmi olarak herhangi bir bağım yoktu. Hava fazlasıyla soğuktu bu Alman sokaklarında. Yağmur çoktan yağmış ve hava kapalıydı. Saatin kaç olduğuna dair bir fikrim yoktu, dudağımdaki sigarayı sağ elimle alıp sol bileğimdeki saate baktım, 17.25. Sigaramı dudağıma yeniden götürüp derin bir nefes aldıktan sonra ıslak taşların üzerine attım ve bulunduğum ara sokaktan çıkarak yürümeye başladım. Kızıl Ordu bir süredir Almanya'daydı. Orduda bulunan arkadaşlarımdan duyduğuma göre kamplara yaklaşmaya başlamışlardı ve bu yüzden kamplar alelacele boşaltılmaya çalışıyordu. Jeongin'i haftalardır görmüyordum, en son yeni yıldan önce görmüştüm. Bugün ayın 15'iydi. 15 Ocak 1945. Kulağa gelişi oldukça hoştu ancak ardından getirecekleri hakkında bir fikrim yoktu. Kamplar boşaltılırken tenha bir yolda Jeongin'i yanıma alabilirdim ancak o bunu ister miydi bilmiyorum. Havada bir çeşit alkol var sanırım. Cehennem ve onun alkollü havası beni sarhoş ediyor olsa gerek.
Sokakta savsak adımlar atarak nereye gittiiğimi bilmeden yürüyordum. Biraz içme fikri kafamda bir parazitti ve buna uyup uymamam gerektiğini bilmiyordum. Ordudayken kampa yakın bir evde kalıyordum ve ordudan çıkınca oradan da çıkmak zorunda kalmıştım. Şu an kaldığım yer küçük ve sevimli bir yerdi. Karşı komşum Fransız ve oldukça sevimli bir kadındı. Ah bir de torunu vardı, yarı Fransız olan Minho. Yaşlarımız yakındı ve o bir lisede öğretmenlik yapıyordu. Oldukça sessiz ve durgun bir hayatı vardı. Evine her gün çiçeklerle gelirdi. Ailesi ölmüş ve büyükannesiyle kalıyordu. Evlenmek gibi bir arzusu olmaığından bahsetmişti. Belki de haklıydı, evlilik ki özellikle aşk oldukça zordu. O aşka dair bir şeyler anlatırken aklıma sebepsizce Jeongin geliyordu. Sevimli gözleri, narin dudakları ve rüzgarda uçuşan saçları...
Bir insan başka bir insanı nefesinden öpmek, başını göğsüne yaslamak, gülüşünü dinlemek ve bilhassa avuç içlerinden öpmek ister miydi?
Oldukça güzel bir oğlandı. Kampa geldiğinde 17 yaşındaydı ve şimdi çoktan 21 olmuştu. Büyüdükçe güzelleşiyor ve o kampa ait olmadığını iliklerime dek hissettiriyordu. Orada bu kadar süre yaşamış olması bile mucizeydi. Jeongin başlı başına bir mucizeydi. Onu sevmeyi başaramamış olsam bile onun için yazıp attığım onlarca sayfam vardı. Ona olan duygularımı bir şekilde kabullenmeyi başaramamıştım. Onu anlatacak kimsem olmadığından yazmak tercihimdi. Yakın zamanda Minho'ya anlatmıştım, yüzünde büyük bir tebessümle beni dinleyip "Aşıksın" demişti. Gülerek bilmediğimi söylemekle yetinmiştim. Beynin bilmediği şeyleri kalp bilirdi ama. Kalbimin bildiği ve beynimin arzuladığı o gerçeği dilim söylemeye varmıyordu bir şekilde.
Geçenlerde rüyamda Jeongin'i görmüştüm. Son görüşüme nazaran sağlıklı duruyordu, oldukça temiz ve güzel giyimliydi. Felix'le konuşurken oldukça mutluydu, ardından yanıma geldi ve "Kimin bu gökyüzü, kimin bu nehir? Kimin bu acı bu sonsuzlukta? Söyle efendi, n'olur söyle Kimim ben bu körelmiş kalpte?" dedi. Cevap veremedim. Kalbim muhakkak ona aitti, ruhum da onun ardındaydı ancak şartlar oldukça zor ve bir o kadar acı vericiydi.
Ben Sana Mecburum - Atilla İlhan
ŞİMDİ OKUDUĞUN
hell or high water/hyunin
Fanfiction'Fazla güzelsin küçük Aşk Tanrısı, taşıyamazsın onca günahı.' 23.11.23