XIV. Bölüm

17 7 8
                                    

Elini gözlüğüne atarak gözlüğünü düzeltti ve "Akira telefonunu unutmuş birde bir şey daha var" dedi. Telefonu ona uzatarak "Başka ne var?" diyerek ona baktım.

 "Haftaya sanırım bir sınavın var ve hala eşlikçin yok. İstersen eşlikçin olabilirim"

"Teşekkürler Amor, çok naziksin ama-" -ama ne? Diyecek bir cevabın yok dimi Opia.

"Ama?"

"Bir şey yok. Sadece kafam dağınık her neyse görüşürüz"

"Hoşça kal"  

"Sende"

Saçmalıyorsun! Gerçekten insanlara rezil oluyor ve kendini kendine karşı mahcup bırakıyorsun. Ortak oturma alanından geçerek kendimi kapının arkasına yasladım. Hala yaptığımı düşünüyordum. Bugünlük bu kadar macera yeterdi. Saate baktım. 06;19'du daha buluşmaya çok vardı. Yani tabi bana Siyah kuğu diye hitap edilene değil Luther'ınkine. Bu yüzden gözlerimi kapatarak uyumaya çalıştım.

Uykusunu alarak kalkmak sabahın erken saatlerinde uyanıp geç saatlere kadar ayakta kalmak zorunda olan çoğu insan için değerlidir. Benim böyle bir zorunluluğum olmasa bile hür irademle böyle yaşamak hoşuma gidiyordu.

Yataktan kalktım ve doğruca lavaboya girdim. Elimi yüzümü yıkayarak uyku sersemliğinde yeni saçlarıma saçma bir tepki verdikten sonra kendime geldim. Ne giyeceğimi bilmiyordum. Mart ayına yeni gelmiştik. Altıma kiremit renginde bir pantolon giyerek üstüme beyaz ve uzun kollu bir gömlek giydim. Gömlekten üşüyebileceğimi düşünerek kahverengi ince bir kazak aldım. Çantamı taktıktan sonra saçlarımın yeni haline baktım. Görünümüm ile zıtlaşıyordu. Ama sıcak tonlar ile bir uyum yakalamıştı. Hem ben seviyordum kime neydi ki?

Yurttan apar topar çıkarak okul avlusunun kapısından geçtim. Yokuştan aşağı inerek Altın Boğa'ya ulaşmayı hedefliyordum.

Yolculuk tahmin ettiğimden de kısa geçti. İlk sağı dönünce gördüğüm Luther'a el sallayarak yanına koştum. İlk fark ettiği şey gözlüklerim sonra da saçlarım olmuştu. Gözlerime doğrudan bakıyordu.

 "Gözlüklerin yeni mi?" diye sordu.

"Hayır sadece bir süredir takmıyorum"

"Neden ki?"

"Sanırım bir yerde unutmuşum bu yüzden takamıyordum"

"Anlıyorum, ayrıca saçların gerçekten çok güzel olmuş" 

Saçlarımı kulağımın arkasına tıkıştırdım.

"Teşekkürler"

Kolunu geçmem için açtı. Zarif bir hareketle reverans yaptı. Koluna girdim ve Altın Boğa'nın kuyruğuna girdik. Sıra boyunca sohbetimiz devam etti. Luther... Gerçekten de öylesine hoş bir çocuktu ki... Nazik, cömert ve müzisyen. Sonunda sıra bitmişti. Altın Boğa'nın meşhur altın sarısı renkli portakallı ve limonlu kekleri kremalarıyla beraber ellerimizde duruyordu.

Gülerek banklara doğru ilerledik. 

"-ve o gün kedilere alerjim olduğunu öğrenmiştim"

"Gerçekten mi? Kedisiz hayatın nasıl olduğun merak ediyorum"

"Merak etme!"

"O kadar mı beter?"

"Evet!" diyerek onu bastırdım.

"Peki ya başka şeylere alerjin var mı?"

"Yok sanırım"

"Sanırım?"

"Yani daha denemedim"

"Beraber deneriz"

"Söz mü?"

"Söz"

"Bu okuldan mezun olunca ne yapmayı düşünüyorsun?"

"Belki İtalya'ya giderim. Orada mutlu olurum"

"Şuan değil misin?"

"İstediğim yerde değilim."

"Peki beraber gitmek ister misin?"

"Tabi ki hatta belki sokak sanatçısı bile oluruz"

"Söz verecek kadar emin misin?"

"Evet, söz veriyorum Beyaz kuğu"

Beyaz kuğu...

"Sende her şeye söz veriyorsun nasıl olacak böyle?"

"Tutamayacağım sözler vermem"

O benim arkadaşımdı. En yakın arkadaşımdı. Okulun çoğu dönemini beraber geçirmiştik. Onu bazen Darwin'in önüne bile koyabiliyordum. Bazen ise en öndeydi. Arkadaşlarım vardı. Arkadaşım olabilecek potansiyele de sahiptim. Ama içimden bir ses arkadaşımın olmamasının her şey için daha iyi olduğunu söylüyordu. Bunlardan bazıları spontane yaşamaktı.

Uzun bir sessizlik oldu.

"Opia"

"Efendim Luther"

"Ben bir şey söylemek istiyordum"

"Nedir?"

"Yani aslında söylemek istediğim"

"Evet Luther"

Karşıdan karşıya geçiyorduk. Sağıma baktım. Uzaktan bir araba geliyordu. Elimizde ki çöreklerin yarısına gelmiştik. Kırmızı ışığın yanmasını bekledik. Yere bakarak yürüyor ve konuşuyordu.

"Düşünüyorum da sen ve ben-"

Luther ilerlemeye devam etti.

"Luther dur!"

Luther durmadı.

Gelen araba.

O da durmadı.

Zaman da durmadı.

Ben hariç hiç bir şey durmadı. 

Koşmaya çalıştım. İki kol beni oraya mıhlamıştı.

"LUTHER!"

Çevremiz insanlar ile dolmuştu. Aldığımız çöreklerin üstü. Kıpkırmızıydı. Kiremit rengi pantolonumun paçası koyu renk olmuştu. Kendimi zorladım. O iki elden kurtuldum.

Trafik durdu. Araba durdu. Luther durdu. Zaman işte benim için o anda durdu.

Dünya dönmeyi bıraktı. Benim için.

Yanına çöktüm. Yüzüne sıçrayan kan lekelerini onun ay ışığı güzel yüzünü kapatıyordu. Tek arkadaşım sanki beni bırakıp gidiyordu. Adını sayıkladım. Uyanmalıydı.

"Luther!"

Seslendim.

"Luther!"

Tekrar denedim.

Yüzüne vurdum. 

Tekrar adını haykırdım. Bu haykırış sonu olmayan bir son misaliydi. 

Elleri hala sıcaktı. Ellerine daha önce hiç bu kadar sıcakken dokunmamıştım. Elleri... Parmakları... Gitardan tahriş olmuş ve yıpranmıştı. Kazağından açıkta kalan yerde hafif yaralar vardı. "Hani söz vermiştin!" diye fısıldadım. "Hani sen tutamayacağın sözler vermezdin!" diye devam ettirdin. "Sen kolaya mı kaçıyorsun? Tanıdığım en cesurlardan biri olan o insan olarak"

Evet o belki de hiçlik denizinde yüzen tanıdığım en cesur insanlardan biriydi. Hala umutsuzca onu kendi

O iki kol beni tekrar kendine çekti. "OPİA!" diye sesli bir şekilde bağırdı. Duyamıyordum. Ne onu ne notaları. Gözlerimden süzülen yaşlar mıydı? Yoksa onun bana verdiği sözlerin yükü müydü?

İki kola beni sarstı. Gözlerim bulanıktı. Gözlerimi biri aldı. Göremez oldum. Ve kollarını bana sardı. Ambulans sirenleri sokağı doldurdu. Onu sedyeye alırlarken ona döndüm. Dizlerim artık tutmayacak kadar kötüydü. Ellerimi kolun sahibine doladım. 

Son sözüm "Luther..." oldu. Daha sonrasında şaşırmalar ve ismimin hayrıkılması ayrı bir konuydu.



Kuğu GölüHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin