Dadıma gerçekten ulaşamıyordum!
Üç odalı evimizde babamın odası dışında her yere girip çıkıyor, evin içinde volta atıyor, telefonumu avucumun içinde sallayıp duruyordum. Dün akşamdan beri kapalıydı dadımın telefonu. Amcama ulaşmayı bile düşünmüştüm. Dadımı nereye göndermişti? Fakat numarası yoktu bende. Adamları yaka paça dışarı atmadığım kalmıştı, gelmezlerdi de.
Dadımı aramaya devam ettim. Defalarca... Birkaç kez arama denememden sonra gerçekten çalmaya başladı. Son çalışlarında mekanik ses kesildi ve dadımın titrek, kısık sesi duyuldu. "Oh! Şükürler olsun dadı. Neredesin! İyi misin?"
"Ayperi?"
"Ay benim ben! İyi misin?" Duymadığı için yüksek sesle konuşuyordum. "Dünden beri arıyorum, ödüm koptu! Başına iş geldi sandım. Neredesin hemen alayım seni."
"Dur kızım dur, geliyorum ben zaten."
"Geliyor musun?"
"Evet, köşe başındayım şimdi. Beş dakikaya ordayım."
Hiçbir şey demeden telefonu kapattım ve anahtarları aldığım gibi kapıdan fırladım. Kabanımı hatta ayakkabımı giymeyi bile unutmuştum! Bahsettiği köşeye doğru koşmaya başladım. Elinde poşetlerle, ağır ağır geliyordu. Onu görünce koşmama, kahkahalarım eşlik etti.
"Ay dadı!" Boynuna bir maymun gibi sarıldığımda kollarını belime doladı. "Bir an amcam sana bir şey yaptı sanmıştım."
"Ne yapabilir be o bana? Meymenetsiz şey! Beni kovduğunu sandı ama ben yer miyim? Ayperi'm, bal gözlüm, ondan kurtulmuştur dedim kendime. Kurtuldun, değil mi?"
"Kurtuldum tabi... Gelmiş evime yerleşmiş be dadı! Ama bir an babam sandım, biliyor musun? Ne çok benziyor..."
"Aman huyu benzeseydi keşke!" Burukça gülümseyip boynuna bir kez daha sarıldım. Kırışmış yanaklarından öptüm sulu sulu. Ellerindeki poşetleri de kendime yüklendim, koluna girdim.
"Dur bir bakayım sana... En son kurban bayramında görmüştüm. Gerçi seni gönderdiğimde etlenmiştin. Yanakların meydana çıkmıştı iyice. Şimdi gene çökmüşsün. Seni aradığımdan beri, ağzına lokma koymadın, değil mi?"
Gözlerimi kaçırdım. "Su içtim ya dadı..."
"Su içmişmiş! Ben şimdi sana etli bir yemek-"
"Yok dadı! Vallahi bir şey istemez. Bir sen kaldın. Sen de mutfakta vakit öldürme. Oturayım dizinin dibine saçlarımı tara, ör... Olmaz mı? Babamdan bahsedip sohbet ederiz."
Bir şey demedi. Yanaklarını daha da kırıştırarak gülümsedi.
Eve geldiğimizde üşümüş olduğumu fark ettim. Ocak ayının ortasındaydık. Dışarıda keskin bir ayaz vardı. Ankara için alışılmadık bir durum değildi. Üstelik Fransa'da da karasal iklim hakimdi. Hatta Ankara'dan bile daha keskin bir soğuğu olurdu Paris'in. Bu yüzden alışıktım. Ne yazık ki alışmış olmak üşümeyeceğim anlamına da gelmiyordu.
"Ayağında terlikle fırlamış dışarı! Aklın iyice gitmiş senin."
Ellerimi birbirine sürtüp mutfağa kaçtım. Poşetleri bırakıp bırakmaz yanına geri gidip koluna girdim. "Bak şimdi dadı, salona geçiyorsun. Ben bol köpüklü bir Türk kahvesi yapacağım. Uslu uslu bekle, olur mu?" Cevap vermesine müsaade etmeden gittim. Cezveye kahveleri doldurduktan sonra karıştırırken babamın da kahveyi ne çok sevdiği geldi aklıma. Tüm iştahım söndü. Fakat dadımın yanına gülen yüzle çıkabilmek için yanına bir de gül lokumu koydum. Lokumu severdim!
İçeri gidip kahveleri koltuğun önündeki geniş sehpaya bıraktım. "Dünden beri arıyorum dadı, niye açmadın?"
"Kızım ben anlamıyorum ki bu meretten! Senin aradığını gördüm yeşil kırmızı derken, kapatıvermişim telefonu. Tuşlarına basıyorum geri gelmiyor. Sonunda aklı başında bebe buldum da verdim eline açsın diye. Peşine sen aradın."
"Neredeydin dadı? Nereye gittin? Buradan başka yerin var mı? Ben bilmiyordum dadı. Bilsem gelecektim! Sen hiç bizi bırakmamıştın. Şevki dedem de buradaydı hep. Ben kendimi bildim bileli siz buradaydınız. Nereye gittin ha nereye?"
"Benim ablam vardı. Sen küçüktün o zaman... Gidip gelirdim yanına. Hatırladın mı?" Kafamı salladım onaylarcasına. Devam etti. "Öleli on beş yıl kadar olacak. Yeğenlerim vardı ya hani, bayramları gelirlerdi. Onların yanına gittim."
"Ama ben onları İstanbul'da sanıyordum. Üniversite okumaya gittiler, gelmediler diyordun."
"Bir tanesi Ankara'ya gelin geldi geri. Sen Fransa'daydın o zaman."
"Ah dadı... Ne çok şey kaçırdım, değil mi? Başarılı olayım, kariyer yapayım diye gelmedim buralara. Öyle pişmanım ki... Babam bana hasret gitti, dadı. Benim yüzümden... İşimi gücümü bırakıp geleydim keşke!"
"Hem sahi ne yaptın oraları?"
"Vallahi ben de bilmiyorum dadı... Öylece geldim. Kaçar gibi. Ne eve ne okula baktım. Hocalarım beni tefe koyacak!"
"Dört yıldır durdun yetmedi, bir de yüksek lisans çıkardın başımıza. Sanki ne vardı burada işe girsen?"
"Tamam, dadı, pişmanım işte!"
Sustu. Buruşmuş elleriyle ellerimi okşadı. "Babanla kahve içiyorduk gene tam buracık da... Bir hafta evveldi. Hatta yoktu bile belki... Seninle gurur duyduğundan bahsediyordu. 'Üç dil biliyor benim kızım' diyordu. Televizyonda bir program vardı o zaman. Hani üç dört adam çıkıyor, tarih anlatıveriyor ya, onlardan. Dedi, benim kızım da çıkacak buralara. Bunlardan ala tarihçi olacak..."
Cevap vermeden dinledim onu. Duymak istediğimi bildiğinden ağır ağır devam etti. "Almanya'ya gidecektin ya hani, onu kast ederek 'oraya gidince de dört dil öğrenmiş olacak. İngilizce, Fransızca, Osmanlıca, Almanca... Hepsini bilecek kızım! Türkçeyi saymıyorum ha Emine' diyordu. Kantinci Yılmaz'ın kızı, koskoca tarihçi olacak... Kimin aklı alırdı, derdi. O seninle her zaman gurur duydu. Sanma ki sana hasret gitti. Evladından ayrı elbet hasretlik olacak ama baban biliyordu zorluk olmadan başarı olmaz. 'Oralarda tek başına, çalışıp didiniyor kızım, kantinci Yılmaz'ın kızı, kantinci Yılmaz'ın' der dururdu."
"Öldüğü gün dadı... Gördün mü onu?"
"Ah kızım ben de zaman zaman ona yanarım! Bilirsin sabah ezanında uyanıveririm. Kılarım namazımı, çayı koyarım ocağa. Baban da erken kalkar yedi gibi... O ihtiyar ben ondan ihtiyar... Usul usul kahvaltı ederdik. Fakat o gün, kalkmadı. Baktım saat sekiz, gideyim de kaldırayım dedim. Meğerse çoktan çıkmış evden. Belki de acil bir işi vardı, kim bilir. Tuzak diyorlar, tuzak... Kantinci Yılmaz'a tuzak..."
"Ne yapacağım dadı? Babamsız, ne yapacağım?"
"Bak ben de babasızım hem de on beşimden bu yana... Anasızım da yirmimden bu yana... Kocasızım da altmışımdan bu yana... Çoluk çocuksuzum da... Sizi bildim aile. Babanla ana oğul gibi yaşardık burada. Torunum bildim seni. Ama kızım bak herkes gidiyor. Ben herkesi yolcu ediyorum. Rabbim bana ömür vermiş, sabrını de verdiği gibi... Yaşanır elbet, yaşanır. Rabbim onun sabrını da verir elbet. Şükür etmek lazım, bal gözlüm, şükür... Bak şimdi ben yanındayım. Ben gidince başkası yanında olacak. Sen beş dil de bileceksin altı dil de..."
"Sen bir yere gitmiyorsun, dadı." Kahvemi bırakıp dizine yattım. Saçımdaki tokayı da açınca uzun saçlarım dizlerine yayıldı. Sessiz teklifimi kabul edip, yumuş elleriyle saçlarımı taramaya başladı. Gözlerimi güven içinde yumdum. Babama dualar okuya okuya dalıp gidiverdim.
~~*~~
Yazar Sorusu İki: Sorularım kimsenin umurunda değil ama ben soracağım agjdhkjsadk, Ayperi'nin tarihçi olduğunu öğrendiniz. Sizce nasıl biri olabilir? İleriki bölümlerde bu soruyu niçin sorduğumu anlayacaksınız. :D
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bal Ayısı
Humor"Kocaman bir ayı olabilirim, ama ben bile dünyanın en sevimli bal arısına zarar veremem. Vereni siksinler."