Bölüm 4

1 0 0
                                    


Soygunun ana haber bültenlerine düşmesinden saatler önce, Musa, Muğla'daki arkadaşlarıyla sinemadan çıkmış, şehrin meydanına bakan bir kafede yemeğe oturmuştu. Bir yandan yemeğini yerken, diğer taraftan da hayal kırıklığı yaratan filmin, saçma sapanlığından bahsediyorlardı. Sırf Buse'ye yakın olabilmek, onunla birkaç saat geçirebilmek adına, eleştirilerini daha önceden okuduğu filme istemeye istemeye gitmeye razı olmuştu. Meslektaşı Buse, güneşten çaldığı, pırıltısıyla insanın gözlerini kamaştıran altın sarısı saçları, derin denizlerin mavisini çalmış gözleri, ince ve kalkık kalem kaşları, gülümsemesiyle yanağında ortaya çıkan çukuru, incecik kısrak gibi beli ve bembeyaz teniyle, tipik bir Bulgar göçmeniydi. Birlikte görevli oldukları kazıların dışında, son zamanlarda dışarıda da sıkça görüşüyorlardı. Musa ne yapıp edip, dışarıda bir araya gelmek için türlü planlar yapıyor, mümkün oldukça Buse'yi daha yakından tanımaya çalışıyordu. Bu güne kadar Buse hakkında öğrendiği tek kusur, Edirne'de görev yapan polis memuru nişanlısıydı. Pek düzenli ve sıcak bir ilişkileri olmasa da, iki sevgili birbirlerine saygıda kusur etmiyorlardı. Musa, bu ilişkiyi öğrenmesinden sonra dahi, duygularına ket vuramamıştı. Aslında bunda, Buse'nin de kendisinden hoşlandığını hissediyor olmasının payı yadsınamazdı. Sürekli birlikte plan yapmalar, bakışmalar, derin ve bazen dudak ısırarak gülümsemeler, imalı espriler... Hepsi sanki onun da Musa'ya karşı boş olmadığına dair işaretler değil miydi? Hatta bir keresinde kazı alanında baş başa kaldıklarında, buldukları küçük Bizans sikkesini, birbirlerinin eline dokunarak, sikkenin ilgi çekiciliğinin ötesinde, bu dokunuşları uzatmak istercesine, dakikalarca incelemişlerdi. Tanrı bilir daha ne kadar bu şekilde yakın ama bir o kadar hasret içinde yaşayacaktı.

-"Hadi tatlı da yiyelim üstüne" dedi müze görevlisi olarak çalışan, çelimsiz, sıska, gözlüklü ama oldukça zeki bir adam olan Hayrettin. Musa, daha ilk tanıştıklarında bu adam için; öğünlerini çay tabağı ile yiyor olmalı diye düşünmüştü. Hayrettin'nin bir deri bir kemik fiziği, çökük yanaklarıyla birlikte ortaya çıkan çıkık elmacık yanakları ve uzun çenesi, belki de Musa'nın böyle düşünmesine neden olmuştu. Ama Musa'nın, insanları dış görünüşlerine göre yargılamak gibi, kötü bir huyu da vardı. Örneğin; çok kısa ve dar şort giyenleri eşcinsel olarak görürken, dizinin altında şort giyen erkekleri mütedeyyin ama modern olarak görür, gıyabında onlarca yorum yapardı. Mesela; bu tipler Muğla sıcağında pantolon giymenin kahredici zulmüne dayanamayarak şort giyerdi ama, şortun boyunu, dindarlığın verdiği ahlak ölçüsünü zedelemeyecek kadar uzun tutarlardı. Belki de birçok kişi insanları gördüğünde genel bir kanıya varmak için kendilerine sadece birkaç saniyenin yettiğini bilmezdi. Fakat Musa bunu bilir ve daha da öteye taşımak isterdi.

Tam tatlılar masaya servis edilmişti ki; Musa'nın telefonu acı acı çalmaya başladı. Açıp açmama konusunda kararsız kalarak, bir süre ekrandaki isme bakıp kalsa da, sonunda dayanamayıp, kıvrak bir parmak hareketiyle ekrandaki gelen çağrıyı kabul ederek, telefonu kulağına yapıştırdı. Arayan, gudubet müze müdürüydü. Musa, telefonu açar açmaz, adam telaşlı ses tonuyla bir şeyler anlatmaya çalıştı ama Musa kalabalıktan hiçbir şey anlayamamıştı. Ancak, mühim şeyler söylemeye çalıştığı kesindi. Çünkü ilk defa Zeki Bey'in böylesine telaş ve heyecanla konuştuğuna şahit olmuştu. Hayırlı bir iş için aramayacağını bildiği müdürünün sesini duyar duymaz, Musa'nın yüzü düştü.

Ellili yaşlarına merdiven dayamış, artık emekliliğini beklediği için bütün işlerden ve sorumluluktan elini ayağını çekmiş, primini doldurup, yaşını bekleyen bu Kayserilinin Muğla'ya gelişi, on seneyi doldurmak üzereydi. Öğretmen eşinin tayini de, kendisi buraya geldikten dört ay sonra çıkabilmiş, kadın ilk zamanlar alışamayıp hep gitmek istese de, daha ilk yaz sezonunda bütün fikrini değiştirivermişti. Karı-Koca emeklilik sonrası planlarını da Muğla'da kalmak üzere çoktan yapmışlardı. Zeki Bey'in eşi, ebedi istirahate gitmeden önce günlerini geçirmek için işsiz doğal güzelliğiyle, gezgin Kaptan Cousteau'nun bile gördüğünde; "yeryüzünde cenneti arayanlar, burada bulabilirler" dediği yer; Gökova – Akyaka'yı belirlemişti. Adamcağız hiç itiraz bile etmeden kabullenmişti. Zaten o da belli etmese de daha çok sevmişti Gökova-Akyaka'yı.

UZUNYUVA-Katilin GözyaşlarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin