Uğur, her cuma olduğu gibi sahne aldığı bardan geç saatte çıkmış, ıssız sokaklarda kendi soluk alışını dinlemenin verdiği dinginlikle evine varmıştı. Sessizce kapıdan içeri girdikten sonra evde uyanık kimse olmadığını anladı. Annesi, huzursuz gecelerinin yoldaşı uyku ilaçlarını almış ve çoktan uykuya dalmış olmalıydı. Parmak uçlarına basa basa yürüdüğü koridorun hemen solundaki mutfağa dalıp, sessizce açtığı dolabın kapağında yer alan, en üst raftaki süt şişesinden, kendisine bir bardak çıkacak şekilde cezveye doldurduktan sonra Uğur, mutfak masasında yerini almış ve elleri çenesine dayayarak, çoktan hayaller dünyasına dalmıştı bile. Birkaç saat önce, bardaki o sıcak ve basık hava, pistte kurtlarını çılgın gibi dökenlerin, içeriye yayılan ter kokuları, kulağının dibindeki kolondan bangır bangır çıkan ve sonrasında geçici olsa da çınlaması gitmeyen o müzik sesi, masadaki kahkahalar, genç ve güzel kızlarla yapılan, utangaç ve kaçamak bakışmalar, peçetelere yazılmış bitmek bilmeyen istekler, cesur kıyafetler, gözü yoran sarılı yeşilli, allı morlu sahne ışıkları. Ve bunlar neticesinde ise, gene aptallaşan, bunlara hala alışamamış; amatör bir müzisyen. Bütün bu düşünceler arasında, ocağa koyduğu cezveyi bile unutan Uğur, taşan sütün sıcak ocağa dökülüp tıslamasıyla ortaya çıkan sesle, birden daldığı rüyadan uyandı. Hemen oturduğu yerden fırlayıp ocağa koştu ama nafile; gece gece iş çıkmıştı kendine. Islattığı bulaşık bezini, ocağın etrafında iyice gezdirip, bütün kanıtları sildikten sonra, artık oturup, ılımış sütünün tadını çıkarabilirdi. Bu kadar sese, evde kimsenin uyanmaması sevindirici idi. Bir solukta bitirdiği sütün bardağını lavaboya koyup, duş almak için üzerini çıkartmaya giderken, uçarı ve kendine buyruk kız kardeşlerinin odasının önünde, bu gece, onların kız arkadaşlarında kalacaklarını anımsadı. Anne ve babası ayrılınca üç kardeş, sıkıntılı bir evlilik ve ayrılığın yenilgisini hala omuzlarında taşıyan analarıyla aynı evde kalmaya devam ettiler. Filiz anne, dışarıdan bakılınca güler yüzlü ve sevecen bir kadındı. İç dünyasının derinliklerinde yaşadığı fırtınalı hayat kadar bu şekilde görünmek için harcadığı çaba da onu yoruyor olmalıydı.
Uğur, henüz kurumamış ıslak saçlarıyla uzandığı kanepede gece bültenini izlerken "Ne yorucu bir sahneydi" diye iç geçirdi. Hafta sonları dört kişilik bir grupla, Milas'ta genellikle gençlerin takıldığı bir barda keman çalıyordu. Üniversite yıllarından geriye bir diploma kalmasa da bu dönemde geliştirdiği kemanı şimdilik karnını doyuruyordu. Evdeki huzursuzluk ortamından bir kaçış olarak gördüğü üniversite sınavlarına, gazetelerin verdiği deneme sınavları ve ikinci el kitaplarla kendi çabasıyla çalışmış, Afyon'da iki yıllık işletme bölümüne girmeye hak kazanmıştı. Fakat bu kaçışı anne ve babasının ayrılmasıyla birlikte çok da uzun sürmeden sonlandı. Her ayın yedisinde yatan öğrenim kredisi ve zaten kıt kanaat geçinen ailesinin yolladığı para ile ancak hayatını idame ettirirken, gelen paranın da kesilmesiyle okulu bırakmak zorunda kaldı.
Hafta sonları sahneye çıkmak için can atıyordu ama, bugünkü doğum günü partisi ve kalabalık, onu oldukça hırpalamıştı. Cep telefonunu kurcalarken yorgun gözleri duvarda asılı duran saatin akrep ve yelkovanına ilişti. Tavanla kesiştiği noktanın hemen altında, zamanı hatırlatmaktan çok duvardaki döküntünün üzerini kapatmak için asılan saatin üzerinde "Kardeşler Halı" yazıyordu. Bu yazıyı ne zaman görse arkadaşı Fikret'in söyledikleri gelirdi aklına;
"Küçük esnaf eskiden beri gariban halkın sponsoru olmuş, üzerinde kendi adını taşıması kaydıyla bazen kalem, bazen masa takvimi olarak çeşitli ihtiyaçları karşılamıştır. Örneğin Sokakta koşan çocuğun başına güneş geçmemesi için taktığı Murat Bakkaliye yazılı şapka büyük şehirlerde tonlarca para verilen markası kendinden daha değerli bir aksesuardı. Küçük esnafbu tarz şeyleri adının yazması karşılığında bedava verirken dünya markası olan büyük esnaflar adının yazması karşılığında daha fazla bedel alır"
"Saat 4:30 ve neredeyse sabah olacak". Uğur bu düşünceler arasında tam içinin geçtiği ve uykuya dalacağı sırada, aniden yumuşak ses tonuyla şiir gibi konuşan sunucunun anlattığı son dakika haberine kulak kabarttı;
"Milas'ta son zamanların en büyük tarihi eser kaçakçılığı yaşandı"
Aslında Milas'ın, onlarca uygarlığa ev sahipliği yapmış binlerce yıllık tarihinin, hazine avcılarının iştahını kabarttığını, o da biliyordu. Bazısı şehir efsanesi olsa da, Milas'taki hatırı sayılır işadamları ve esnafların çoğunun, hep gömü zengini olduğu herkes tarafından konuşulurdu. Öyle ki çevresindeki birçok arkadaşı bile aynı hayallerle bu hazine avına çıkmış, her seferinde kazılan başka bir toprak ve hayal kırıklığı yerini bir başka güne taşınan zengin umutlara bırakmıştı. Hatta arkadaşları, bir gece kendisini de Iasos'taki bir kazı için çağırmışlar o da bunu; sırf anlatılan o cin hikâyelerinden korktuğunu düşünmesinler diye kabul etmişti. Kulaktan kulağa yayılan bir hikâyeydi bu. Geceleri mezar kazan herhazineci mutlaka bu cinlerle karşılaşırdı. Kimisi göz göze geldiğini, kimisi kulaklarında sıcak nefesini hissettiğini anlatır yahut yaz gecesi kazılarında bile ortamın birden buz kesip, ağızlarından duman çıktığından bahsederlerdi. Kimisi de, o korkuyla tövbe eder, bir daha da hazine avına asla çıkmazdı. Öylesine gerçekçi anlatılan bu hikayelerden, ergenlik zamanlarında etkilense de; yaşı geçtikçe bunların, gece masallarını andıran, belli ki hazine avcılarına karşı önlem için pompalanmış kurgusal hikayeler olduğuna inanmaya başlamıştı. Uğur, maceraperest arkadaşlarının ısrarıyla, istemeye istemeye gittiği bu gezide gözcülük yapmıştı. Yaşanılan hüsranın yanında, çaylak hazine avcılarının yanına tek kalan; sonraki günlerde anlatılacak, heyecanlı maceralar olurdu. Belli ki, bir ihbar üzerine yaklaşan Jandarma sireni, müthiş bir adrenalin ve yakalanma korkusuyla 1998 model bir Tofaş Şahin ile virajlara aldırmadan çılgınca yaşanan bir kaçış. Bir daha da kendi kendine söz verdi gitmemek için. Arkadaşlarının ısrarıyla gittiği ilk ve son definecilik oyunu, az daha gecenin sonunda Jandarma karakolda bitecekti. Gittikleri, üç tarafı denizle çevrili yer İasoss, doğal güzelliğiyle turistlerin ilgi odağı olduğu kadar, define avcıları için iştah kabartan bir yerdi ve bunu da kolluk kuvvetleri elbet ki biliyordu.
Gittikleri bu tarihi Iasos kenti ile ilgili bir efsaneyi internetten okumuştu Uğur. Buna göre; bir zamanlar, kenti ziyaret eden bir müzisyen, tiyatroda, halka bir resital verir. Bu resital sırasında, balık pazarının açılışını bildiren çan sesi duyulunca, elini kulağına götüren yaşlı adam dışında herkes yerinden fırlayarak tiyatrodan koşar adımlarla ayrılır. Yaşlı adamın yanına gelen müzisyen; "Bana ve sanatıma gösterdiğiniz saygıdan ötürü size teşekkür borçluyum; çünkü çan sesini duyan tüm dinleyiciler çekip gittiler" der. "Ne ?" diye haykırır bunu duyan yaşlı adam, "Yoksa çan mı çaldı? Öyleyse izninizle efendim..." der ve o da koşarak gözden kaybolur. Strabon, bu hikayesini, bereketsiz topraktan ürün alamayan İasoslular'ın balığa olan düşkünlüklerini belirtmek için anlatır.
Yine başka bir efsanede; Iskender'in 334'te Miletos'u kuşatması üzerine İasos, kente yardım etmeye çalışan Pers donanmasına, bir gemi bağışında bulunur. On yıl sonra da bu hediyeye, Ekbatan'da İskender'in silah deposu komutanlığında Gorgos adlı bir İasoslu getirilerek jestle karşılık verilir. İskender'in ilgisini çeken bir başka İasoslu da yunus tarafından sevilme gibi garip bir yazgıya sahip olan erkek çocuktu.
İasos'ta erkek çocukların gimnasiumda çalıştıktan sonra denizde yıkanmaları, yüzyıllara dayanan bir gelenekti. Bu sırada kıyıya yanaşan yunus, çocuklardan birini sırtına alıp, açıklara götürüyor ve sonra yeniden kıyıya bırakıyordu. Bu öyküyü duyan İskender, çocuğu Babil'e getirtip deniz tanrısı Poseidon'un rahibi yapar, İasoslular bu olaydan öyle etkilenirler ki; M.Ö. 3. yüzyılda çıkarılan madeni paralarında, kolunu yunusun sırtına atmış biçimde yüzen bu çocuk tasvirine yer verirler.
Peki, ama Milas'ı ana habere taşıyan nasıl bir tarihi eser kaçakçılığı olabilirdi ki? Tarihe hep merakı olmuştu. Krallıklar, efsaneler, hikâyeler, mitler, savaşlar. En az 5 bin yıllık tarihi ve ilçe sınırları içinde bulunan 27 antik kent kalıntısıyla yaşadığı yere bakılırsa, bu konuda kendini son derece şanslı hissetmesi gayet doğaldı. Milas.. Eski, antik adıyla Mylassa...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
UZUNYUVA-Katilin Gözyaşları
Mistério / SuspenseMö-5-4 yüzyıllarında Karia Medeniyetine başkentlik yapmış Egenin şirin bir ilçesinde, günümüzde yaşanan, belki de "yüzyılın en büyük tarihi eser soygunu" sonrasında işlenmeye başlayan akıl almaz cinayetler, katilin bir sonraki cinayeti için bı...