Çok sıcak bir yaz gunüydü yine. Aslında bu Ankaranın sıcağı bir acayip. Nasıl tarif etsem bilemiyorum ama, sanirım doğru tabir 'kuru bir sıcak' olur. Ve işin kötü yanı, o gün şimşek tamirdeydi. Ah, evet şimşekten bahsetmedim. şimşek benim arabam olur. Şirkette işe başladiktan biryıl sonra, 'kara şimşek'e gönderme yaparak böyle bir isim koymuştum. Allah'ım anlatacak ne çok şeyim var! Daha işimden bile bahsetmedim değil mi?! Ben bir turizm şirketinde çalışıyorum. kulağa öyle mükemmel bir meslek gibi gelmeyebilir ama, ben işimden ve iş arkadaşlarimdan gayet memnunum diyebilirim.
Yine güzel- ama sıcak- bir günün sonuydu. Ve Şimşek olmadığı için toplu taşımaya mecburdum. Toplu taşıma kullanmak, sıcak havada yapılacak 100 şey listesine asla ve kat'a girmezdi (belki yapılacak 101. şeydir) ama evim de yürüyerek gidilemeyecek kadar uzaktı. Zaten güneş de tepemde, sıcaktan eriyip gitmeden şu otobüse bineyim bari, diye düşünerek atladim otobüse. Benim binmemle kapı kapandı ve otobüs hareket etti. ben bu hareketle sarsılınca tam bir Ankaralı olan otobüs şoförü bana ters bir bakış atti - e tabii karşılığını da aldı. Sanki arabayı langur lungur süren benim ya! diye agresif bir düşüncenin ardından, görene '3. Dünya Savaşı burada çıkmış herhalde' dedirtecek çantama elimi daldırıp, otobüs kartıma ulaştım. Uzun zamandır otobüs kullanmadigimdan dolu olup olmadığına emin degildim. kartımı cihaza okuttugumda, o sinir bozucu, en son öğrencilik yıllarimda duydugum iğrenç sesi duydum : "Yetersiz bakiye." Dönüp koltuklara baktim.
"Bir tam kartı olan var mı? " dedim. Yolcular muhtemelen ne demek istedigimi anlamisti ama cumlem sapan saçmasıydı. zaten kimse kartsız binemeyecegi için, kartı olan var mı demek anlamsizdi. her neyse, adamın biri kartını uzattı.
"çok teşekkür ederim."
"Rica ederim, ne demek."
Kartı okutup sahibine verdikten sonra cuzdanimdan iki lira çıkarıp adama uzattım.
"Yo, gerek yok" dedi adam. Aslında kibarca bir hareketti ama sıcak beni o kadar bunaltmıştı ki, yerdeki taşa, 'çekil ayağımin altından! ' diye atar yapacak hale gelmiştim.
"Alır mısınız lütfen! " dedim biraz da emreder gibi bir tonla.
"Hanımefendi, gercekten gerek yok" dedi bu sefer. Aman be, seninle uğraşamam dedim. yani demedim, aslinda içimden geçirdim.
"Peki, tekrar teşekkür ederim" deyip boş koltuk aradım ama yoktu! Hayır ben iş için dışarıdayım, bu insanlar bu sıcakta ne var diye dışarı çıkıyor acaba? diye sitem dolu bir düşünceden sonra, cama yaslandım ve hâlâ elimde olan otobüs kartini cuzdanima koymaya uşenip, direkt çantama attım.
Duraklarda konuşan şu adamın sesi duyuldu. daha üç durak vardı önümde. peki üç durak sonra bitiyor muydu yol? Nerde... Daha ineceğim de, sonra bir daha metroya binecegim de, metroda fotosentez yapan ilk insan rolüme bürünüp hayatta kalacagim da, sonra iki kat çıkıp evime gireceğim de... ooof of! Bu dusunceler beni daraltınca, yanimdaki adamdan camı açmasını rica ettim. Artık nasil bir ses tonuyla ve nasıl bir ifadeyle söylediysem bunu, o da camı sonuna kadar açtı. Zaten ne diye kapalıdır ki o cam? klima açık diye mi? Ah, hadi canım! açıksa neden hissetmiyoruz? Zaten acik olsa da o klimanin bir halta yaramayacağı gerçeğini öğrencilik yıllarımdan bilirim. En iyisi ACS kardeşim! Aç Camı Serinle! Ne harika (!) bir yolculuk diye geçirdim içimden. Arabam olmadan yolculuk ne de zordu...
Araba dediğimde yine aklıma geldi. Şimşeek, nerelerdesin Şimşek'iiiiim, diye ağıt yakıp lelelele diye zılgıtlar çektim içimden. Ah ben güzelim arabami tamirhane köşelerinde bırakmıştım. Allah bilir kimler onun parcalarini söküp söküp takiyordu! Ah zavallı arabam benim! Ya parçaları sökülüp kacirilirsa? ya canını yakarlarsa?
HOP, dedim kendime. Sıcak benim kafamı iyice 'ne polisi alkol bey' moduna sokmuştu. İçimden yaptığım bu espriye sesli olarak gülünce, yanimdaki teyze bana şöyle bir bakti. Büyüğüm olmasa, 'hayırdır, ne baktın? ' bakışı atacaktım ona, ama neyse...
Bu arada inmeme bir durak kalmıştı. Ha gayret, dedim çünkü midem bulanmaya başlamıştı. ne zamandan beri sıcak bana böyle dokunuyordu? Oysaki Şimşek olsa boyle mi olurdu, diye hafiften bir duygusala bağladım ama yanimdaki İsmini Bilmedigim Teyze hâlâ oradaydi ve kafamdaki düşüncelere dıştan tepki veririm, boş ver, deyip Şimşek'i düşünmeyi bıraktım.
Nihayet inme vaktim geldiğinde, kapıların açılma sesi bana bir Mozart, bir Beethoven hatta bir Chopin senfonisi gibi geldi. Araçtan indiğimde neredeyse ' seni seviyorum oksijen!' diye bağırıp boşluğa sarilacaktim (yok canım, o kadar da manyak değilim). Ama böyle bir saçmalık yapmayip, metroya ilerledim. zaten oyle bir işe sarf edecek eforum kalmamıştı. Şimdi sıra, metrodaydi; yolumun diğer yarısı. ..
Aslında metro, fena şey değildi hani. yerin altında, trenli mrenli, aksiyon filmlerinden fırlama gibi olması, metroların hep hoşuma gitmesine neden olmuştu. Malûmûnuz, aksiyon filmlerinde hep bir tren sahnesi vardır. iyi karakter ila kötü karakter trenin üstünde dövüşür filan... Gerçi bu yerin altındaydı ama, yazar hayal gücü işte! her kapali kapının ardında bir macera arıyor, basit bir kaldırım taşina Felsefe taşı gözüyle bakiyor insan.
Ben bu düşüncelerle sarı çizginin gerisinde -dikkatinizi cekerim gerisinde- beklerken o çok sevdigim uzaktan gelen sesi ve metronun rüzgârını hissettim. binmeyi başarmam bir yana, oturmayi da başardım! Ama neyse, sizi metronu ayrıntılarıyla sıkmak istemem.
Nihayet eve vardım ve içeri girer girmez kendimi kanepeye attım...