Ertesi gün ise, onlara biraz daha tarihi ve mimarî bir gezi yaptırdım; Kocatepe Camii, Roma Hamamı, Mehmet Akif Ersoy'un evi, eski meclis... Hepimizin memnun kaldığı bir gezi oldu. Eh, kızları turizm şirketinde çalışıyor, olsun o kadar. Ve aynı günün akşamına gelecek olursak, yemeği dışarıda yiyelim dedik ve onları çok hoş bir restorana götürdüm. Yine güzel bir gün oldu.
Gidecekleri günün sabahı ise, sadece birlikte vakit geçirdik. İki günde devr-i Ankara yapmışlardı- ki hem onlar açısından hem benim açımdan iyi olmuştu. Keşke biraz daha kalsalardı ama dedim ya, üç gün diyorlarsa, üç gündür! Yapabileceğiniz hiçbir şey yok... Ve o uçağa bilet alındıysa, mutlaka binilecektir. Bindiler de... Ben işe gitmeden onları Esenboğa'ya bıraktım. Vedalaştık ve ben işime giderken, onlar bilmem kaç yüz kilometre uzağa doğru uçuşa geçtiler. Aslında gittiklerine göründüğünden daha çok üzülmüştüm. Ne yalan söyleyeyim, elimdeki pet şişeyi açıp, uçağın arkasından su dökesim gelmişti. Ama düşüncelerimi çirkin bir korna sesi böldü ve yanımdan hızla bir trafik canavarı geçti. Şoförlük konusunda en iyi özelliklerimden biri: hatalı bulduğum bir arabanın şoförüne sayıp sövmek yerine direkt plakasına bakmaktır. Sonra arabanın içinde, oturduğum yerden (beni duyup duymadığını önemsemeyerek) bağırırım: 'Aldım plakanı!'. O anda da öyle yaptım ama ihbar etmekle falan uğraşmadım. Herhalde güzel bir gün olacaktı ki, iyiliğim üstümdeydi (nedendir bilmem ama günüm güzel geçecekse eğer, üzerimde bir iyilik oluyor).
En sonunda şirkete vardım ve haydi tahmin edin bakalım, beni kim karşıladı. İpucu ermeyeceğim, siz bilirsiniz. Aynı şeyi düşünüyoruz değil mi sevgili okurum? Emir Beylerle!.. Çok saygıdeğer, pek gıybet sever... Dakikasında başladı çeneye:
"Kız neredesin sen iki gündür? Bak iki gün bu. İki gün ne demek biliyor musun sen? Koskoca kırk sekiz saat! Kırk sekiz saat boyunca ortalarda yoktun. Ya insan bir arar, bir mesaj atar. Çatladım burada meraktan!"
Hem yürüyor, hem ona cevap yetiştiriyordum. Umursamaz bir tavırla:
"Bizimkiler geldi" dedim.
"Bizimkiler derken?"
"Anam ve babam."
İki elini ağzına koydu ve yürümeyi kesti. Ama ben hâlâ yürüyordum. Bana yetişmek için koştu ve yeniden hizama geldiğinde tekrar konuşmaya başladı.
"Ay niye haber vermedin?"
"Haber verseydim gelip babamla futbol muhabbeti mi yapacaktın?" Emir futbolu hiç sevmediği için, bunu imalı bir ses tonuyla söylemiştim.
"Annenle moda konuşurdum" dedi. Bunu söylerken bir moda dehası olduğunu belirtmek istercesine kıyafetlerini işaret etti. Kendisi harika giyindiğini düşünür de...
"Sevmez" dedim sırf gıcıklık olsun diye.
"Yemek?"
"Yapmaz!"
"Magazin?"
"İzlemez!"
"Bahçe?"
"Sever ama konuşmaz."
Aslında pekâlâ annem hepsinden sohbet edebilirdi ama bunları tanıdığı biriyle yapmayı tercih ederdi. Emir'in yüzündeki umutsuzluk ifadesini görünce gülesim geldi. Muhtemelen o an 'dışlandım' psikolojisine girmişti ( beş saniye sonra çıkmazsa benim adım da Bahar Saygın değil!).
"Gittiler zaten, kısa süreliğine gelmişlerdi" dedim.
Başını sallayıp gitti. Ben de masama yerleştim. Tam çalışmaya başlıyordum ki, Sevgi geldi.
"Gittiler mi?"
"Evet."
"O değil de ben sana bir şey diyecektim."
"Söyle?"
"Unuttum."
Güldüm (artık laleyim diye iğrenç bir espri yaparmışım...). Aklıma gelince söylerim deyip gidiyordu ki, birden topukları üzerinde kayarak arkasını döndü.
"Hah, şimdi hatırladım. Şu geçen günkü tur var ya, işte onunla ilgili araştırmanı tamamlayıp bir Can Bey'e gösterecekmişsin."
'Tamam' anlamında başımı sallayınca, Sevgi de gidip kendi işlerinin başına geçti. Araştırmayı yaparken, bir yandan da düşünüyordum: bu Can Bey dediğimiz mahlûkatın odasına en çok ben mi giriyordum? Yoo, ne alâkası var, dedim içimden. Herkes bir şeyler göstermek için girip çıkıyor. Ve nihayet her şeyi tamamladığımda, nedense gitmeyi pek istemediğim Can Bey'in kapısının önünde durdum. Kapıyı çaldım ve içeri girdim.
"Bahar Hanım?.."
"Şu turla ilgili..."
"Biliyorum, biliyorum" deyip dosyayı elimden aldı. İnceledikten sonra, teşekkür etti. Tam çıkıyordum ki:
"Umarım Ankara için iki gün yetmiştir" dedi. (Şimdi düşünülenler ve söylenenler arasında, uçurumlar, dağlar, dünyalar, dünya küçük kalır, güneş sistemindeki gezegenlerin birbirlerine uzaklıkları toplamı kadar fark olan satırlar okuyacaksınız sevgili okurum) İçimden 'yetmedi, siz ne biçim patronsunuz, vereceğiniz iznin ayarını bilmiyorsunuz' demek geçse de sakince:
"Yetti, çok teşekkür ederim" dedim.
"Sevindim. Peki ne kadar daha kalacaklar?"
İçimden geçen: Sen ne çeşit bir manyaksın acaba? Hayır, sana ne yani? Ne kadar kalacaklarsa kalacaklar. Canları ister bir dakika daha kalırlar, canları ister sonsuza kadar kalırlar! Sa-na-ne? Söylediğim:
"Bu sabah gittiler." Bunu nasıl bir soğuklukla söylediysem artık, gereksiz gereksiz sorular sorduğunun farkına varıp, 'çıkabilirsiniz' dedi. Ben de 'tabii ki çıkabilirim, kaldığım kabahat', gibisinden bir hızla odayı terk ettim.
Kendi odama döndüm. Masama oturmuş çalışırken, yine sesli düşünüyordum.
"Tamam, belli ki adamın kötü bir niyeti yok, merakından soruyor. Ama bir İngiliz atasözü der ki: 'Fazla merak kediyi öldürür!'" Bu atasözünü parmağımı havaya kaldırıp, çok ciddi bir tonda söylemiştim. Düşüncelerime devam ettim. "Yani bir patron olarak çalışanıyla ilgilenmesi güzel de, acaba sadece bir çalışanıyla mı ilgileniyor, yoksa diğerlerine de böyle sorular soruyor mu? Eğer bu sadece bana karşı yaptığı bir şeyse, bir kez daha tekrarladığında uygun bir dille uyarsam iyi olur."
Aldığım kararın doğru olduğunu kendi kendime ispatlamak istercesine başımı salladım ve yine işler güçler...