Ruhumun acımasızca hırpalandığı, yara aldığı yerlerden hiç iyileştirenim olmamıştı. En ufak acımı silip süpürecek kişi, her zaman o yarayı açan kişi olmayı tercih ederek beni yalnız bırakmış, kendi başlattığı savaşın içine beni sürüklemişti. Her defasında katledilerek yenildiğim savaştan bir türlü çekilemeden yenilmeye mahkûm edilmiştim. Yeni bir yara açılmaması için uğraş verirken eski yaraların kapanması için bir girişimde bulunamamış, onları ilk günkü gibi taze bırakmak zorunda kalmıştım. Her şeye deva gösterilen zaman, bir bu konuda işe yaramamıştı bahsedilenin aksine.Sarıp sarmalayanım, huzuru bahşedenim olmamıştı yaşamım boyunca fakat buraya geldiğimden beri Aytun'un bilinçsizce sarf ettiği sözler, bu ihtiyacımı karşılıyor gibiydi. İtinayla sakladığım yalnızlığın çürüdüğünü, onun tarafından acımasızca katledildiğini hissediyordum. Fakat ilk kez bir acımasızlık bana iyi geliyor, ilk defa benden koparılan şeylerle hafiflediğimi hissediyordum.
Az önceki tok sesi yankı yapıyordu kulaklarımda. Bir dalga çarpıyor, rüzgâr uğulduyordu ama onun sesi öylesine netti ki diğer her şeyi susturuyordu. Söyledikleri, dur durak bilmeden benimle alay edercesine zihnimde dört dönüyordu.
Bal rengi harelerinde beni yıkıp geçen parıltılar var, ne derin. Kalbimi sarsan suretinde ne eşsiz gözlerin...
Daha önce gözlerimi bu şekilde betimleyen olmamıştı. Kardeşim Melih, her zaman kum kahvesi derdi. Bundan yola çıkan az sayıdaki akrabalarımız da böyle demeye başlamıştı. Ama Aytun, ilk defa gözlerime başka bir sıfatı yakıştırmıştı: Bal rengi. Hem de bunu duygu yoğunluğu fazla olan bir şiirden alıntılamıştı.
Kirpiklerimi şaşkınlığın tesiriyle birkaç defa kırpıştırdım. Ondan beklenilmeyecek bir harekete maruz kalmıştım sonuçta. "Ben..." diye başladım tam olarak ne diyeceğimi bilemeyerek.
Ayağa kalktığında başımı kaldırıp ona bakacak kadar cesaretim yoktu. Sanki hâlâ az önceki anda esir kalmıştım. Parmaklıkların ardından ona bakamayacak kadar utanıyordum. Bu utanç şekli bana yabancıydı. Genelde annemin sevgisizliğinden utanan ben, ilk kez bir adamın hakkımda söylediklerinden utanç duyuyordum.
Yüzünü göremiyordum fakat sesi canlıydı. "Yarın sabah erken kalkacaksın, artık uyusan iyi olur. Eğer kalkamazsan başından aşağı su dökerim." Aniden sesinde bir sadistlik oluştu. "Ama sıcak su. Kalk hadi."
Anlamamıştım. "Niye erken kalkacağım ki?"
"Törende giyeceğin kıyafeti almamız gerekecek. Bu yüzden Memfis'e gideceğiz."
"Ben gelmek zorunda mıyım? Simge de alabilirdi."
"Evet, zorundasın." Netti. "Yarın işlerim var ve seni burada yalnız bırakacak değilim. En azından orada gözümün önünde olursun."
"Ben ne yapacağım törende? Görevim ne olacak?"
"Kraliçe uyutulurken soylu kana sahip olan kişiler lahdin içine çiçek atacak. Bu, onun kanının akışının devam edeceğini temsil ediyor. Sen de bu çiçekleri tutan kişi olacaksın. Bizimle beraber birkaç aile daha aynı şeyi yapacak. Onlara çiçekleri vereceksin."
Hazır sorularıma yanıt almaya başlamışken araya birkaç şey daha sıkıştırabilirim diye düşünerek, "Kraliçe kendini mumyalatıyor mu cidden?" diye sordum merakla.
"Normal mumyalama işlemi uygulanmıyor. Vücuduna özel şifalı kremler sürülüyor ve onların üzeri sarılıyor. Organlarına dokunulmuyor anlayacağın. Bu yüzeysel bir mumyalama. Ardından da büyücüler ve ona yardımcı olan kara büyücüler sayesinde uzun bir uykuya yatırılıyor."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AY DÜĞÜMÜ
FantasyArkeolog olan Ayliz hayatının en büyük hedefini gerçekleştirmek üzere başına neler geleceğini bilmeden Mısır ülkesinde bir piramidin içine girer. Her şey olağan bir şekilde ilerliyordu. Ta ki Ra'nın gözünü bulana kadar... Onu kendi dünyasından ala...