1...
Hayat denen bu oyunda, insan zamanla her şeye alışıyor. Hayatının çalınmasına dahi alışıyor, ama unutamıyor hiçbir şeyi...
"Beni buraya kim getirdi? On üç yılımı kim çaldı? Zamanı gelmedi mi? Söyle artık..."
Sesim çok sert çıktı, babam gibi gördüğüm ustama karşı...
"Zamanı geldi oğul," dedi sakince ve ardından elime bir pasaport uzattı.
Tibet'e getirilişimin ilk gününden itibaren öğrenmek istediğim cevabın zamanının geldiğini söylüyordu. Khan Chang, benim bu köydeki tapınakta hayatımı şekillendiren adam. Dokuz yaşımdan itibaren tam on üç yıl boyunca kaçak biri olarak yaşadım bu köyde. Beni bir dövüşçü olarak yetiştiren sevgili ustamın bana uzattığı pasaportun sayfasını yürek çarpıntımın elimi titretmesiyle açtığımda, kendi resmimi ve ismimi gördüm. Demir, evet ismim Demir'di ve aynen öyle yazılmış, fakat soyadım 'Türkoğlu' diye yazılmıştı.
"Bu benim gerçek soyadım mı?"
Ustam hiç tereddüt etmeden, "Hayır," dedi.
"Hayır, senin gerçek soy adın Atahan'dı. Arada bana sorduğun soyadı, hatırladın mı? Senin iyiliğin için, o zamanlarda doğruluğunu teyit etmedim, ama artık bunun hiç önemi yok. Çünkü bu soy adını zaten kullanamazsın."
"Neden? Neden gerçek soyadım varken bu düzmece soy adını kullanıyorum?"
Bu soruyu sorarken içimden, defalarca 'Atahan' kelimesini geçirdim. Yıllarca bu ismi her hatırladığımda ustama sorardım, ama her defasında yanıldığımı ve Atahan soyadının benim soyadım olmadığını tekrarlardı.
Ustam yanıma yanaştı ve elini omzuma koydu, "Oğul, sen memleketinde ölüsün. Bu yüzden gerçek soy adını kullanamazsın."
'Ölüsün' bu kelime öyle içimi acıttı ki o an onu ittire bilir ve avazım çıktığı kadar bağırabilirdim, 'Neden? Neden,' diye, ama öyle olmadı, kendimi olabildiğince tuttum. Bu adama, sevgili biricik ustama saygım sonsuz... Benim bu halde olmamda hiç bir suçu olmayan kişiye değildi öfkem, beni benden alanlara, ölmeden mezara koyanlara idi bütün öfkem. Öfkem öyle güçlü ki tahmin bile edemezsiniz. Bu öfke on üç yıl boyunca çalıştığım yumruklarla güçlendi ve şimdi zamanı geldi, evet yumruklarımı kullanmamın zamanı gelmişti.
Ustam çömeldi ve bağdaş kurarak yere oturdu, "Geç otur şöyle karşıma," dedi.
Artık sabrım kalmamıştı, her şeyi ama her şeyi duymak istiyordum ve tam karşısına bağdaş kurarak hızla oturdum, "Söyle ustam söyle! Anlat bana ben kimim ve neden buradayım? Yıllardır bu konuda bana çektirdiğin azaba son ver," dediğimde yüzündeki çizgilerin derinliğinde gülümsedi...
"Oğul, sana zamanı gelmeden söyleyemezdim. Tam pişmeden, bu bölgenin hamurunda tam yoğrulmadan sana söylemem imkansızdı. Şayet vicdanıma yenik düşüp söyleseydim, seni tehlikeye atmış olacaktım. İstanbul'dan emir geldi, artık her şeyi öğreneceksin."
Emir sözü yüreğimi zıplatsa da sakin olma zorunluğuyla sinirimi içe gömerek ustamın gözlerinin içine baktım, "Emir kimden geldi usta? Beni bu dünyada yasa dışı bir mahluk yapandan mı?"
"Hayır, oğul! Senin koruyucundan geldi. Seni, bu dünyada yasa dışı varlık yapana karşı koruyan kişiden geldi."
Güldüm...
"Ne yani beni buraya getiren kişi, benim koruyucum mu?"
Tekrar güldüm, inanmak istemezcesine kafamı iki yana salladım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YASA DIŞI/ Raflarda
AksiYasadışıyım! Evet, yanlış duymadınız! Başlangıcı olan ama sonu belli olmayan biriyim... Buraya çok uzun yoldan geldim! Bundan sonrasında, daha uzun bir yolum olduğunu çok iyi biliyorum... Ne için mi? Tek bir amaç için!!!! --- Ruhu acıyla güçlenmiş b...