20 Eylül 2016

25 1 0
                                    

Keyifli okumalar...

James Arthur- Recovery

4745 gün.

Babam gideli tam 4745 gün olmuştu. Ruhum ve bedenim 13 yıl önce bugün birbirinden ayrılmıştı. İkisi de farklı yollar seçmişti.

Bedenim yanı başımdaydı fakat ruhumun çok uzaklarda olduğundan emindim. Denizin derin sularında babamın bedeniyle birlikte kaybolmuştu ruhum. Onu bulamıyordum. Her ne kadar bedenime dönmesini istesem de ona asla ulaşamıyordum.

Gece görmüş olduğum kabus yüzünden göz altlarım şişmiş ve mor halkalar oluşmuştu. Nefesim ise önceki günlere göre daha fazla sıkışıyor ve her dakika başı astımımı yokluyordu. Yanı başımdaki masanın üzerindeki astım ilacımı aldım ve şu işkenceye son vermek için içime çektim. Nefesimi yavaşça dışarı verdiğimde ciğerlerim rahatlamıştı.

Ağırlaşmış yorganı üzerimden atarken bedenimi çok güçsüz hissediyordum. Duvardan destek alarak ayağa kalktığımda üzerimi değiştirmek üzere elbise dolabımın kapağını açtım. Elime ilk geçen şeyi üzerime geçirdikten sonra siyah kotumu giydim ve saçlarımı tarama zahmetine girmeden tam tepemde topuz yaptım.

Yüzümü yıkayıp kendime geldiğimde evden dışarı çıktım ve ıssız sokakta ilerledim.

Günlerdir ne okula gidiyordum, ne de evden çıkıyordum. Yaptığım tek şey dolabımdaki içki şişelerini bitirmekti. Biraz şarap, biraz votka, biraz da viski. Belki 3 belki de 4 şişe bitirmiştim bilmiyorum. Bildiğim tek şey tüm bunlara ihtiyacım olduğuydu.

Yağmur ise günlerdir beni arıyordu. Evime geliyordu. Her ne kadar telefonlarını açmasam da evime gelmesine engel olamıyordum. Bir şeye ihtiyacım olup olmadığını soruyordu ve benimle konuşmaya çalışıyordu. Benim için ne kadar endişelendiğinin farkındaydım fakat endişesine iyi gelecek bir şey yapamazdım. Bildiğim tek şey, içmem gerektiğiydi. Başka bir şey düşünemiyordum.

Ona en son kendi hayatı için endişelenmesi gerektiğini söylediğimi hatırlıyordum. Açıkçası Yağmur'un hayatı da en az benimki kadar zordu. Karaciğer kanserine yakalanmış, hastalığı ilerlediğinden vücudun bazı fonksiyonlarının yitirmesinden dolayı yatağa mahkum bir babası vardı. Geç teşhis konmasından dolayı hastalık bir hayli ilerlemiş ve tedavi de bir o kadar zorlaşmıştı. Sıradan bir devlet hastanesinin çözemeyeceği kadar zorlaşmıştı hem de.

Elbette bu durumda devreye yine para giriyordu. Paran varsa tedavini olursun yoksa ölürsün bu kadar basit. Sanırım doktorların türlü yollarla söylemeye çalıştıkların tek özeti buydu. Yani Yağmur babasının tedavisi için para kazanmaya mecburdu. Eğer kısa süre içerisinde yeteri kadar para kazanamazsa babasını kaybederdi. Ardından diğer ruhlar kaybolurdu. Önce annesi sonra da kendisi. Yaşayan bir ölüden farkı olmazdı. Yaşadığım hayattan farklı bir hayatı olmazdı.

Annesine gelecek olursak, Gülten teyze gerçekten bu hayatın görebileceği en güçlü kadınlardan birisi. Kocasının hastalığına karşın hiçbir şekilde ümitsizliğe düşmeyen ve onu bu hastalıktan kurtarmak için dişini tırnağına katarak para kazanmaya çalışan bir kadın o. Gittiği temizliklerden ve çocuk bakıcılığından ne kadar para kazanırsa bir kuruşuna dahi dokunmadan kocasının tedavi masrafları için bir kenara koyar. Yağmur için de aynı durum geçerli tabi. Yaklaşık 2 senedir barda şarkı söyleyerek para kazanmaya çalışıyor. Kazandığı tüm parayı ise tedavi parası için biriktiriyor. Yaşadıklarının ve yaşayamadıklarının acısının ise hiçbir zaman yüzündeki gülümsemeyi silmesine izin vermiyor. Açıkçası benim gibi bir umutsuz vakanın Yağmur adında her ne olursa olsun hayata gülümseyebilen bir arkadaşının olması gerçekten tuhaf bir durum. Fakat hayat da tuhaf. Bazen sürpriz bazen acı dolu. Şuraya gideceğim, bunu yapacağım, tekrar isteyeceğim gibi planların kimi zaman gerçekleştiği kimi zaman da gerçekleşmediği bir yer hayat. Bu söze yıllar önce sıradan bir söz olarak bakıyordum fakat şimdi anlıyorum ki dünyanın en gerçek sözü bu. Biz planlar yaparken başımıza gelen şeydir hayat...

Kaldırım kenarında beyaz gülleri görmemle birlikte duraksadım ve cebimde ne kadar para olduğuna baktım. En azından bir gül almaya yetecek kadar param vardı. Çiçekçi kadından gülü satın aldıktan sonra yürümeye devam ettim ve iskelenin görünmesiyle birlikte tıpkı eski günlerdeki gibi içim yeniden huzur doldu.

Dışarıdaki gürültü ne kadar yabancı geliyorsa bu iskele o kadar tanıdıktı. Tahta ayakları yosun bağlamış iskeleydi burası. Çocukluğumun geçtiği iskele. Yağmur ile oyunlar oynadığım, dertleştiğim, ikinci bir evim olan iskele.

Tahta zeminde yürürken kendimi bir an çocukluğumdaki gibi hissettim. Yağmur'u daha fazla bekletmemek için tahtaların arasındaki derin aralıklara rağmen koşan küçük Serra'ydım. Büyük bir heyecanla arkadaşına koşan Serra'ydım.

Fakat hepsi hayalden ibaretti. Ne ortada Yağmur vardı ne de ben eski Serra'ydım. O zamanki hayatımdan farklı olan tek şey vardı. Artık babam yoktu.

Acı gerçekle bir kez daha yüzleştiğimde yere oturdum ve bacaklarımı iskeleden aşağı sarkıttım.

İçimde biriken öyle çok şey vardı ki dışarı vurmaktan korkuyordum. Şu an ağlamak istiyordum mesela. Ağlasam rahatlardım belki, ama ağlayamıyordum. Duramamaktan korkuyorum çünkü. 12 senenin tüm birikmişlerini bir anda atamazdım. İçime akıttığım gözyaşlarını bir anda kusamazdım fakat korkuyordum. İçimde biriken gözyaşlarında boğulmaktan korkuyordum.

Hayat güzeldir, hayat her şeye rağmen devam ediyor gibi edebiyat mağduru laflardan iğreniyordum artık. Hayata tutunmam gerektiğinin farkındaydım . Hatta elimden geldiğince hayata tutunmaya çalışıyordum. Geçmişimi tozlu sayfaların arasına karıştırmaya çalışıyordum ama olmuyordu işte. Her adımda bir fiyasko veriyordum ve bu hayatımın kördüğüme dönmesine sebep oluyordu.

Bazı insanlar geçmişe özlem duyarlar. Belki bir dondurmanın tadına, sevgilisiyle geçirdiği bir yaz tatiline, arkadaşlarıyla verdiği çılgın bir doğum günü partisine veya gördüğü bir rüyaya özlem duyabilir. Fakat ben yaşanmışlıklara değil, yaşayamadığım her şeye özlem duyuyorum.

Normal bir hayat, sıcacık bir aile, mutluluk, aşk... kısacası parayla satın alınamayacak değerler. Fakat ben bir cehennem hayatı yaşıyorum. Her gün cehennemin kızgın ateşinde kavruluyorum. Duygularım bir bir kül oluyor. Ruhum yok oluyor. Bu cehennemden kurtulamıyorum.

En kötüsü de bu galiba. Her sabah cehenneme uyandığını bilmek cennetin varlığından haberdar olamamak...

Elimdeki gülü suyun yüzeyine bırakırken bir kez olsun şeffaf oldum ve içimdeki her şeyi dışarı vurdum. Gözyaşlarımı bağrışlarım eşliğinde dışarı atarken acımın hala dinmediğini bir kez daha anladım. Ne acım bitmişti, ne de pişmanlığım...

Ruhumun derinliklerindeki bir türlü kabuk bağlamayan yara kanamaya devam ediyordu. Kanıyordu, kanıyordu ve gözyaşına dönüşüyordu.

Ve işte yine o Serra'ydım. O hastanedeki küçük bedeniyle yatakta yatarken babasının artık gelmeyeceği haberini alan küçük Serra'ydım. Küçücük kalbinde büyük bir yük taşıması gerekecek Serra'ydım. O küçük Serra yine başladığı yerdeydi. Babasının gittiği, ruhunun kaybolduğu yerde...

Ve o küçük Serra yine en iyi bildiği şeyi yapıyordu.

Bir kez daha özür dilerim baba. Katilin olduğum için özür dilerim.

UFKA YOLCULUKHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin