Hançer kullanabildiğimi bile bilmiyordum ama eğer zorunda kalırsam kesinlikle birine saplardım. Yemek boyunca beni güler yüzle karşılamış, soru yağmuruna tutmuş ve sürekli bana zarar vermeyeceklerini söylemişlerdi.
Artık bir yerde ben onlara, rahat olun, bana zarar vermeyeceğinizi biliyorum, demeye başlamıştım.
Kahvaltı sofrasını toplamaya yardım etmeye başladığımda hepsi bana üç farklı başım varmış gibi bakmaya başlamıştı. Beni mutfaktan kovmuş ve koltuğa yollamışlardı, Ash'de o sırada belli belirsiz gülümsüyordu.
"Şimdi anlat." Dedim tekli koltuğa otururken. Daha önce kendimi hiç bu kadar evimde gibi hissetmemiş, bu kadar kendim gibi olmamıştım ama işler bir yerden sonra kararıyordu. Mesela bazen tuhaf bir dil konuşuyorlardı ve bu dili bildiğim hissine kapılsam da bir türlü çıkaramadığımdan çıldıracak gibi oluyordum. Ash bana ölümüne tanıdık geliyordu, ama onu da bir türlü çıkaramıyordum. Özellikle de ona Ash dediğimde bulanık suya kum döküyormuş gibi hissediyordum, adı kesinlikle Ash değildi.
Ash hariç hepsinin adının Türk olması da bana tuhaf geliyordu.
Ash yanımda koltuğa oturdu, koltukların arasında fazla mesafe olmadığından dizlerimiz birbirine değiyordu. Çevresine yaydığı soğuğu bacağımda hissedince ürperdim, daha da garipleşmeden bacaklarımı altıma çekip bağdaş kurdum.
Ash başını eğdi ve bana gür, uzun kirpiklerinin arasından baktı. "İnsan olmadığını biliyorsun, dün söylemiştik."
Onayladım.
"Bu gezegenden de değilsin." Dedi tavrımı inceleyerek. Ama ben hiç tepki vermedim, açıkçası bu da bana çok normal geliyordu. "Uzaylılara inanıyor muydun?"
"Tek canlı bulunan galaksinin bu galaksi olduğuna inanmadığım gibi başka gezegende hayat olduğunu da inanıyorum. Koskoca evrende tek canlı bulunan gezegen bu olacak değil ya." Dedim rahatça.
Başını hafifçe sallayarak onayladı. Mutfaktan gelen sesler kesilmişti, nedensizce bizi dinledikleri hissine kapıldım. "Peki doğaüstü canlılara inanır mısın? Ya da büyülere filan."
"Dün yaptıklarımdan ve senin bu sorularından sonra bu gezegene gökten zembille düştüğüne de inanıyorum büyüye de."
Hafifçe güldü. "İnanmaya devam et." Dedi ciddiyetle. "Sende onlardan birisin."
"Evet, o kadarını bende anladım." Dedim kollarımı göğsümde kavuşturarak. Hem onu dinliyor hem de nasıl eve gidebileceğimi düşünüyordum. Gerçi eve gitmek istiyor muydum ki?
Kendime içsel bir tokat attım, tabii ki eve gitmek istiyordum.
Ash gözlerini bana kenetledi. Bakışlarında bir şey değişmişti; özlem parıltısıyla acı arasında gidip geliyordu.
"Beni tanıyorsun." Dedi sessizce geçen bir dakika kadar sonra. "Hem de çok iyi."
Gözlerini yumdu ve başını çevirdi, benimse yüreğim ağzıma gelmişti. Kendimi kusacak gibi hissediyordum, onun tanıdık geldiğini biliyordum ama şimdi bir tuhaf olmuştum. Karnım ağrıyordu, sanki midemdeki damarlar kasılıp gevşiyor gibiydi.
"Çok zaman geçirdik. Sen... Çok asi biriydin, ailen beni seni yola sokmam için görevlendirmişti." Sesi boğuklaştı. "Çok şey oldu. Aramızda ve hayatımızda." Dudaklarını birbirine bembeyaz olana kadar bastırdı.
Kendimi volkana atılmış gibi hissediyordum, lavların arasında eriyordum. Ama içim ne kadar sıcaksa dışım o kadar soğuktu. Tenim buz tutmuş gibiydi, zaten albino gibi beyaz olan tenimin üzerinde şimdi kar taneleri görmeyi bekliyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Prenses
FantasiaO, ejderha ırkının prensesi. Halkı tarafından ihanete uğrayarak tüm değişen yaşamı ve kaybettiklerinin intikamını almaya yemin etmiş bir Element Savaşçısı. Korumasına olan düşkünlüğü ve asiliği başına bir çok kez bela olmuş bir üçkağıtçı. Doğduğu a...