Yabaniydi ortam.
Tenimi okşayan, bana özel olduğumu hissettiren hava değildi artık, vahşi ve yabancıydı. Dünyada ki havayı insanlar her ne kadar normal buluyor olsa da ben garipsemiştim, alışamayacaktım. Aldığım her nefes genzimi yakarken yüzümü buruşturdum,
"Tanrım, burası hep böyle miydi? Dünyanın sonu geliyor." Diye homurdandım. İnsanken hiç fark etmiyordum nasıl bir ortam olduğunu, yerin göğün nasıl göründüğünü, nasıl koktuğunu, hepsi normaldi o zamanlar. Ama şimdi... Her şey mahvolmuş gibi duruyordu. Her şeyden önce, bu ıssız ormanda bile ağaçlar ölü gibiydi. Hastalıklıydı. Üstelik barışçıl değillerdi. Toprak Krallığında daha cana yakındı doğa, insanı sarıyor hatta benimle rüzgar aracılığı ile konuşurlardı. Ama şimdi...
Ağaçlar küsmüşlerdi. Hepsi kendi içine kapanmış, insanların onlara saygı duymamasından yakınıyorlardı. Kalbimde derin bir acı hissettim, keşke bir şeyler yapabilseydim. Bir şeyleri yoluna sokup, insanlara her şeyin mahvolduğunu, biraz daha doğayı kirletirlerse ellerinde hiçbir şeyleri kalmayacağını anlatmak isterdim ama artık bununla ilgilenmiyordum.
Aslı, "Çok üzücü," diye fısıldadı dehşet içinde, "Doğa Ana burada kızgın, öfkeli. Kimseyle konuşmuyor. Ona saygı duyulmamasından şikayetçi. İnsanlar neyin ne olduğunu bilmezken çok tehlikeli." Başımı salladım, neyin ne olduğunu bilirlerken de pek bir şey değişmiyordu. Umurlarında bile olmazdı.
Keşke onlarda bizim gibi hissetse diye düşündüm, keşke birkaç dakikalığına bir Ejderha gibi olsalar ve doğa anayı dinleyebilseler. Onun onlara ne kadar kızgın olduğunu anlayabilselerdi.
Jev'in ileride işaret ettiği eve doğru ilerlerken her adımımda ayağımın altında ezilen kurumuş yaprak, toprak ve taşların sesini duyuyor, ölü toprağın, dalların, çürük kokusu burnuma doluyordu. Gözlerimle etrafıma bakındım, ağaçlardan tek çıt çıkmıyor, bu ormanı ölüm sessizliğine mahkum bırakıyordu. Tenim ürperdi, o kadar korku filmi izlememe rağmen, savaşlara katılıp kafaları bedenlerden ayırmama rağmen bu denli tuhaf bir hisle ilk kez karşı karşıyaydım.
Jev, "Buraya gelmek zorunda mıydık yani? Ejderha Krallıklarında çok daha güzel yerler var İsabella, Dünya güzel bir yer değil." İçimde kabaran öfkeyi derin bir nefes alıp, çürük toprak kokusuyla bastırdım. Öfkenin yerini öğürme dürtüsü almıştı. Dünya da gayet güzel bir yerdi.
"Sözlerine dikkat et," dedim sertçe, "Dünya çok güzel bir yerdir. Yalnızca..." kaşlarımı çattım, "Üzerinde yaşayanlar kötü." Durdum ve başımı kaldırıp gökyüzüne baktım, ardından gözlerimi kapayıp, kendime birkaç saniyeliğine karamsarlığa kapılmak için izin verdim.
Hainler Dünyaya saldırırsa ne olurdu? Dünyayı ele geçirseler? Bu durumdan daha kötü bir duruma getirebilirler miydi? Zaten geriye Dünya diye bir şey kalmamıştı ki...
İnsanlar köle olarak çalışsaydı?... Çocuklar öldürülseydi?... Kızlara ipsiz sapsız zevkler için el konulsaydı?... Erkekler türlü türlü işkencelere maruz kalsaydı?...
Evet, diye düşündüm, evet daha kötü bir duruma getirebilirdi. Biz şimdiki halini korumak için savaşacaktık. Gerisi İnsanlara kalmış bir şeydi.
Ejderha Savaşçıları da en fazla bir yere kadar onlara yardım edebilirdi.
Gülümsedim ve gözlerimi açıp etrafıma bakındım. Aslı bir ağaca yaklaşmıştı, elini gövdesine koydu ve gözlerini kapadı. Etrafında ki hava dalgalandı, bir rüzgar esti, yapraklar Aslı'nın etrafından sarmal bir şekilde uçuştu rüzgarın etkisiyle.
Diğer Muhafızlarımda etrafa bakınıyordu. Gözlerini kapamış, Dünyada ki pozitif enerjiyi hissetmeye çalışıyorlardı. Ejderha Savaşçıları, diye geçirdim içimden. Bize güzel bir isim bulmuştum, Element Savaşçıları gibi...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Prenses
FantasiaO, ejderha ırkının prensesi. Halkı tarafından ihanete uğrayarak tüm değişen yaşamı ve kaybettiklerinin intikamını almaya yemin etmiş bir Element Savaşçısı. Korumasına olan düşkünlüğü ve asiliği başına bir çok kez bela olmuş bir üçkağıtçı. Doğduğu a...