Çorak bir ülke

1.1K 46 3
                                    

Çırpınışlarıma, sırtına vurmalarıma aldırmadan yürümeye devam ediyordu. Arada anlamadığım bir kaç Yunanca kelime söylüyordu. Madem yaptıklarımdan hoşlanmıyordu o halde niye beni omzunda taşıyordu? İnsanların bize bakmasına aldırış etmeden faytonların kalktığı yere kadar omzunda taşıdı beni. Ne yapmaya çalışıyor?
Faytonların olduğu yere vardığımızda beni usulca indirdi. O hengameden olsa gerek şapkası yana kaymış, üstü başı dağılmıştı. Her zaman derli toplu duran bu genci ilk defa bu halde görüyordum. Önüne kayan perçemi onu bambaşka biri yapıyordu sanki. Neden saçını hep tarıyordu ki. Dağınık bıraksa daha bir hoş olurdu. Bu hali de güzeldi lakin dağınık... Gene ne düşünüyordum ben. Kendime gelmeliydim.
"Ne yapıyorsunuz siz? Ne hakla beni böyle kucağınızda taşırsınız?"
"Bana başka bir seçenek bırakmadınız."
"Olaydan uzaklaştığımızda indirebilirdiniz lakin siz devam etmeyi seçtiniz."
"Çünkü sizin geri gidip olaylara katılmayacağınıza emin olamadım. Malum siz Smyrnasınız, inatçı ve vazgeçmeyen biri..."
Evet yine Smyrna... Konu dönüp dolaşıp buraya geliyordu. Beni Smyrna'ya bu kadar benzetmesi her ne kadar hoşuma gitse de, her defasında ordan vurmasını istemiyordum. Ona sinirliydim... Bu yüzden cevap vermeyecektim. Çünkü verecek bir cevabım yoktu." Hayır geri dönmem" diyemezdim. Bu bir yalan olurdu. Gelen faytonu göstererek, konağa gideceğimizi söyledi. Ardından benim binmemi bekledi. Daha sonra kendisi de binerek konağın yolunu tuttuk.

Konağa vardığımızda önce inen Teğmen oldu. Nezaketen inmem için elini kaldırdı. Şaka yapıyor olmalıydı. Bunca şeyden sonra bir de elini tutup inmem saçma olurdu. Elimin tersiyle ittim. Bunu bekliyor olacakki gözlerini devirdi. Sanki aksini bekleyecek bir durum vardı ortada...

Hem yol boyunca konuşmamamızdan dolayı, hem de silah seslerinden korktuğumdan ötürü su içme gereği hissetmiştim kendimde. Salonun yakın olmasını fırsat bilerek, masadaki sürahiden, bardağıma su doldurdum. Suyu içtiğim sıra, onun sesiyle irkildim.
"Orada yaptığın şey çok riskliydi. Tutuklanmadığına dua et." Ciddi miydi? Şimdi mi konuşacaktık bunu. Peki, sen kaşındın Teğmen. Ona döndüm.
"Tutuklasaydın o vakit." Dedim sakin bir sesle.
"Misafirimizsiniz, yakışık almaz"yüzünde yine o sırıtış vardı. Komik olan neydi? Kendisi bana meydan okuyor hem de dalga geçiyor. Ne yapmaya çalışıyor bu!
"Misafirmiş, esir desene sen şuna."bu sefer sakin değil öfkeli çıkmıştı sesim. Hala misafir diyor. Ne hakla. Onca yaşanılanlara rağmen. Asıl bu ülkede misafir olan kendileri. Bunun farkına varması gerek.
"Ne diyordu Halit İkbal'iniz? Gelin bekleriz, başımızla beraber. Ama o başı eğmeye geliyorsanız , bilmelisiniz ki kesmeye gelir ama eğmeye gelmez boynumuz."
Halit İkbal...  Dikkatimi çekmeyi başarmıştı. Demek oda okuyordu Halit İkbal'i. Okumakla kalmayıp, içten içe bir beğenisi bile vardı. Sözlerini bu kadar iyi hatırlamasının başla açıklaması olamazdı. Demekki yazdıklarımı beğeniyordu. Beni... Sözlerine devam etti.
"Güzel... güzel ama zayıf sanatlı bir yazı..."
Zayıf mı? Sen kim oluyorsun!
"Siz ne anlarsınız sanattan barbarlar!" Öfkem daha da büyümüştü.
"Barbarlar... Gelecekmiş buraya. Neden mecliste kıpırtı yok? Neden kanun yapmıyor mebuslar? Çünkü barbarlar gelecekmiş buraya. Geldiklerinde onlar yapacakmış kanunları."
Şaşırtmıştı yine beni. Bu şiiri onun da bilmesi. Hemde ezberlemesi... Şimdi de Edebiyattan bahsederek, ilgimin tamamen ona kaymasına neden olmuştu. Teğmen Leon'u bu kadar sanatçı ruhlu olduğunu bilmiyordum. Kendimi her bir konuşmamızda ona daha yakın hissediyordum. Sanki bir elmanın iki yarısıymış gibi...
"Biliyorum bu şiiri. Kavafis'in Barbarları Beklerken'i." Sözümü kesti.
"Sonunu da biliyorsunuz o vakit. Gelmez barbarlar ve halk büyük hayal kırıklığı içinde kalır. Süklüm püklüm dağılırlar. Ne kadar korksalarda gelmelerinden aslında onları bir arada tutan Barbarları beklemektir."
"Saçma... Ne demek şimdi bu?"
"Düşman... Düşmansız bir arada duramaz bir millet olmuşsunuz. Birbirinizi sevmiyorsunuz aslında hiç bir hayaliniz, ülkünüz kalmamış.... Hiç bir şey üretmiyorsunuz. Anca bir düşmanın varlığı hatırlatıyor size kim olduğunuzu. Şu Halit İkbal mesela... Herhangi bir düşmana kin kusarken çalışıyor kalemi."
Ne yapmaya çalışıyor yine! Her şeye laf edebilir lakin vatanıma, milletime laf söyleyemez. Hem kim oluyor da benimle böyle konuşabiliyor bu adam.
"Öyle değil!" Diye atıldım hemen.
"Öyle değil? En son ne zaman güzel bir şey duyduk ondan? Bir ağacı tasvir ederken mesela?  Ben hatırlamıyorum!  En son ne zaman aşktan bahsetti bir yazısında?"
Aşkta nerden çıkmıştı? Şimdi konunun aşkla ne alakası vardı ki. Aşkı konuşacak kadar yakın mıydık ki? Hem onca konu arasından aşkı seçmesi ne kadar da gereksizdi. Yine imalarına mı başlamıştı. Memleket bu haldeyken aşkı düşünecek vakit mi vardı. Ne dertlerle uğraşıyorduk, bir de aşktan bahsedip bu savaşı göz ardı mı edecektik. Saçmaydı.. Ama belki de Yıldız'a olan aşkından açmıştı konuyu. Pek tabi gidip Yıldız'la konuşsun o vakit. Bana neden anlatıyor ki! Yoksa...
"Aşk mı?"
Bir adım atarak bana yaklaştı. Belki hastanedeki kadar yakın değildik, fakat yine nefesini yüzümde hissedebiliyordum. O sıcak nefesini...
"Aşk"
"Memleket bu haldeyken?"
"Evet Küzük Hanim... Aşksız bir yürek çorak bir ülkedir. Hiç bir şey yetişmez orada... İnsanı sevmeyi bilmeyen, memleket sevmeyi nereden bilecek?" Dedi. Gözlerimin içine baka baka söylemişti sözlerini. Her bir sözün üstüne basa basa. Bir imada mı bulunuyordu?  Bana resmen kimseyi sevmeyen birisin dedi. Hah... Ne kadar da komik. O zaman içimdeki bu büyük vatan aşkını nasıl açıklayacak peki? İnsan sevmiyorum he... O yüzden mi insanlık namına Andreas'ı kaçırdım? Ya da vurulduğunda Yunan olmasına rağmen yarasını iyileştirdim. Bu insan sevmek değilse nedir?

YARIM  (HiLeon)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin