1. Bölüm: Yolculuk zamanı

1.7K 74 20
                                    

Not: Multimedyadaki resimde Çince reenkarnasyon yazıyor.

Not 2: Kitabın içinde bulunan Çince cümlelerin yanındaki yorum kısmında çevirileri bulunacaktır. Merak edenler bakabilirler.

Her zamanki gibi sıradan bir gündü. Saat akşam 6 olmuştu ve tarih kursundan çıkmış eve gidiyordum. Hava kararmaya yakındı. Çok sert bir rüzgar esiyordu ve yoldaki ağaçların bütün yapraklarını döküyordu. Sanki bana yazın bittiğini ve okul zamanının geldiğini söylüyordu.

Ama ben okul başlasın istemiyorum ki...

Eve gelip rüzgardan zorlukla kapıyı kapattıktan sonra annemi salonun ortasında elinde gümüş bir kadehle dururken buldum. Yanında da tuhaf görünüşlü, Asyalı bir kadın vardı. Tuhaf görünüşlü diye düşünmemin sebebi saçlarının tamamı dikili bir şekilde birbirine yapıştırılmış, dudakları ve gözlerinin çevresi siyaha boyanmış ve kendi gözü mü yoksa lens mi olduğundan emin olamadığım gözlerinin içinin tamamı, gözünün beyaz kısmı da bebeği de dahil her yeri, maviye bürünmüştü. Kadının üzerinden gözlerimi zorlukla çekip tekrar anneme döndüm.

     "Neler oluyor burada?" diye sordum bir hışımda.

     "Artık gitme vaktin geldi kızım."

     "Nereye?" dediğimde cevap vermeyip sadece yüzüme baktı. "Tamam, hatırladım şimdi de anne saçmalama! Hiçbir yere gitmeyeceğim, anlamsız işlerle-"

     "Hayır, hiç de anlamsız değil! Bu senin için çok önemli. Nǐ dé zǒule(1), mazeret yok." dedi sertçe. Bu konuyu o kadar çok kez tartışmıştık ki, bu kaçıncı direnişim hatırlayamıyordum bile. Ama işin kötüsü bu sefer her şeyi hazırlamıştı, hayır deme şansım artık kalmamıştı. 

     "Kızgın Asyalı anne haline bürünmenden nefret ediyorum!"

     "Hadi, lafı uzatma da ver elini."

Tam elimi uzatırken annem elimi tutmadan önce hızla dış kapıya doğru koşup kapıyı açtım ancak o tuhaf tipli kadın benden önce davranıp elinin bir hareketiyle kapıyı yüzüme kapattı. Korkutucu tarafı ise bunu kapıdan 3 metre uzakta dururken yapmış olmasıydı. Son kaçış denemem de bir işe yaramadığından ayaklarımı sürüye sürüye annemin yanına geri gittim. Serçe parmağıma bir iğne batırdı. Biraz canım yanmıştı ama sesimi çıkartmadım. Parmağımdan damlayan kanı kadehe doldurdu.

      "Daiyu, ritüele artık başlayabiliriz. Shì shíhòule(2)." dedi annem kadına dönerek ve o da hayatımda hiç duymadığım bir Çince ile şarkıya benzer bir şeyler mırıldanmaya başladı ve birden beni çok uyku bastırdı. Uykuya direnmeye çalıştım fakat göz kapaklarım gittikçe ağırlaşıyordu. 

     "Meihui, fazla direniyor!"

     "Sen de daha sesli tekrar et!"

Artık büyücü olduğunu anladığım kadının sesi yükselince uyuma isteğim daha da yoğunlaştı ve bende daha fazla direnemeyip kendimi bıraktım. Tam derin bir karanlığa bürünmüşken annemin hayal meyal sesini duydum:

      "Ancak gerçek aşkın öpücüğüyle buraya geri dönebilirsin ve yanlış tek bir öpücükle..."

Ve her şey sessizleşti...

Uyandığımda ormanın derinliklerinde, yerde çamurun içinde yatıyordum. Güneş ağaçların arasından yüzüme vuruyordu. Zorlukla ayağa kalktığımda fark ettim ki üstümde toz pembe etekleri şişkin bir elbise, boynumda da inci bir kolye vardı. Çamura bulanmış pamuk şekere benziyordum resmen! Kestane rengi dalgalı saçlarım da çamurla bütünleşmişti adeta. 

Of, anne! Neden böyle saçma bir yerde uyanmak zorundayım ki sanki? 

O sırada uzaktan takır takır sesler duymaya başladım. Annem: "Önceki yaşamına döndüğünde zaman kavramı sana farklı gelebilir" demişti. Yani zaman burada daha hızlı ya da yavaş akıyor olabilirdi. Bu yüzden acele etmem gerekiyordu fakat aşk aceleye gelecek bir şey değildi ki, kendi kendine olurdu! Aşkın zamanını belirleyemezdin çünkü aşk zamanın ve mekanın ötesindeydi, kimseye randevu vermezdi.

Bir şekilde düşüncelerimden sıyrılıp gözlerimi kıstığımda bir at arabasının bana doğru geldiğini gördüm. Araba önümde durdu ve içinden yavaşça biri indi. Bana yaklaştıkça görünüşü daha net seçilebilir olmuştu: 17-18 yaşlarında görünümlü, uzun boylu, mavi-yeşil arası renk gözlü ve açık kumral saçlı bir erkek. Çok içten ve sıcak bir gülümsemeyle bana bakıp reverans yaptı, bende karşılık verdim. Kim bilir hangi yüz yılda sıkışıp kalmıştım?

Aynı gülümsemeyle: "İyi misiniz leydim,ormanın derinliklerinde ne yapıyorsunuz?" dedi.

Eyvah! Jessica düşün, düşün... Yalan çarklarım çalışmaya başladı ama kötü bir yalancı olmam beni burada zora sokabilir. Şimdi at arabasıyla giderken kaza yaptık, ben yere düşüp bayıldım ve uyandığımda siz de bu tarafa doğru geliyordunuz desem... Yok bu olmadı. Bir kere at arabasıyla geliyorsak diğerleri nerede? At arabası nerede? Tek başıma da gelmiş olamam sonuçta bir leydiyim, yani görünüşe bakılırsa öyleymişimLeydiliği bir kenara bırakıp en iyisi yürüyüş yaparken ayağım taşa takıldı, düşüp yuvarlandım, kafam bir taşa çarptı ve bayıldım diyeyim. Evet, evet bu iyi bir yalan olur.  

"Ama bu onu endişelendirmez mi akıllı(!)?" diyen detaycı iç sesimi görmezden gelerek yalanımı söyledim.

       "Yalnız, bayılmanız ciddi olabilir. Hemen bir hekime götürelim sizi." dedi ve demesiyle beni kucağına alması bir oldu. 

Hiç beklemediğim bir anda olduğu için önce bir şey diyemedim, hemen sonra: "Durun! Neden kucağınıza aldınız, gayet yürüyebilirdim." dedim. 

       "Şu an hissetmiyor olsanız da sarsılmış olabilirsiniz. Sizi taşımam daha iyi." dedi ve başını hafifçe öne eğerek mahcup olduğunu belirtti, sonrasında benim de yanaklarım kızardı. Tatlı bir çocuğa benziyordu, yakışıklı olduğunu da elbette inkar edemezdim. O sırada "Acaba aşk neydi?" sorusunu bir kez daha aklıma getirmeden edemedim. Bu kadar kolay mı bulunurdu? Yakışıklı bir yüz ve biraz kibarlığa tav olmaya insanlar aşk mı diyordu yoksa? Ama bu kadar kolay olsaydı kendi dönemimde şimdiye kadar bulmuş olmaz mıydım? 

Bu kadar düşüncenin arasında çocuğa bir şey söylemediğimi fark ettim ve: "Teşekkür ederim, çok düşüncelisiniz." dedim.

       "Ne demek, her zaman leydim." 

 Beni at arabasının içine koyduktan sonra kendi de diğer kapıdan girdi ve sürücüye "Gidebiliriz"  dedi.

       "Hangi gün, ay ve yılda olduğumuzu söyleyebilir misiniz?" dediğimde çocuğun şaşkın bakışları yüzünden açıklama gereği duydum: "Sarsıntıdan sanırım biraz kafam karıştı da." Bu kadar hızlı ancak bunu uydurabilmiştim. 

Çocuk kaşlarını düşünceli bir şekilde çatarak:

       "28 Nisan 1594" dedi. 

Hah! Bu kadar olur, tam Rönesans dönemi! 

Evet, tamam tarihe ilgiliydim ama inek oluşum sayesinde ortama kolay uyum sağlayabilirdim. 

       "Hangi şehir ve ülkede olduğumuzu da söylerseniz size çok müteşekkir kalacağım." 

Onca cumartesi akşamını herkes partilerken benim odamda tarihi romanlar okuyarak geçirmem sonunda bir işe yaramıştı. Zaten üstümdekilerinden ve "leydim" demesinden biraz tahmin etmiştim nerede olduğumu ama yine de sormuş oldum.

       "Londra/ İngiltere."

Aşk Randevu VermezHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin