~1985, Aralık~
Ne zaman ki bir fırtına çıkar bir yerde, bilin ki bir çocuğun canı yanmış derdi Fatma nine. Gürgür baba çok kızarmış çocukları ağlatan çirkin insanlara, o kaşlarını çatarsa şimşek çakarmış ve bağırdığında gök gürlermiş. Çocuk ağlarmış, yer gök de onunla ağlarmış. Çocuk susarmış, şimşekler onun çıkaramadığı sesi olurmuş...
Zihnim yere düşüp bin parça olmuş camdan bir kar küresi kadar yorgundu. Ve düşüncelerim bi o kadar dağılmıştı.
Gök delinmiş gibi yağmur yağıyordu. Dün çok ıslandığımdan boğazımda hastalığın habercisi o yanma hissi ve öksürük nöbetlerim başlamıştı.
Olup biteni enine boyuna düşünmek sanki beni daha da yoracakmış gibi ve sanki düşünemeyeceğim kadar ağırmış gibi yatıp uyudum. Uyandığımda da bir şey değişmedi. Günlerce değişmedi. Hatta hala içimde bir yerlerde kendime kızıyorum o gün sustuğum için.
O kasım yağmur önceki yıla göre daha çok yağıyordu. Hemen hemen hergün. Ve hava daha soğuktu. Hasan abinin sürekli odun kırmasının sebebi buydu. Selim abi ise mevsimlik bir işe gitmişti. Ben kızlarla kitap okurdum. Bazen de Filiz teyzeye gider televizyon izlerdik. Başıma ne bela açtığımı bilemezdim.
O gün gözlerimi açar açmaz pencereden yağan yağmuru gördüm. Soğuk havalarda sıcak yataktan çıkıp okula gitmek eziyetti. Hazırlanıp okula doğru yol aldığımda okula yakın bir sokakta, durağın önünde eldiven satan bir adam gördüm. Beş tane falan kullanılmış olduğu belli olan eldiveni elinde tutup bağırıyordu. Eldiven alan yok mu diye. Oysa adamın elinde bile eldiven yoktu. Ve birsürü eldiven satan mağaza varken kimse gelip bu adamın sattığı eskileri almazdı. Ama o ümitsizce bağırıyordu. Ümitsizce ümitliydi. Peki büyümüş de olsa, içinde hala masum bir çocuk olan güzel insanlar için de ağlarmıydı yer gök?
Okulda herşey güzeldi. Derslerimle o kadar övülüyordum ki diğer tüm öğrenciler kıskanıyordu. Kendimle öylesine gurur duyuyordum ki başarı belgesi veya tebrik belgesi gibi şeyler aldığımda zihnime kazımam gereken bir şeymiş gibi adımı defalarca okurdum kağıdın üzerinden. Ben eşsizim. Bu isim sadece benim. Yalnızım ve başarılıyım.
Yalnız değilsin hemde o isme çok yakın biri daha var bak içinde. Atamazsın onu ne kadar kandırsanda kendini. O senin bir parçan. Sen onunla düştün, güldün, büyüdün. Atamazsın onu içinden.
Olmak istediğim kişi olmaya çalıştığımdan herşeyi sil baştan ben uydurdum. Nasıl biri olduğumu neler yaşadığımı. Hepsini ben farklı anlattım ve öyle olduğuna inanmaya başladım bende.
Bunun cezası büyüktü. Daha o zamanlar farkındaydım. Ama bazı insanların hayal dünyasından çıkıp kendine gelebilmesi için çok güçlü darbeler alması gerekir. Ben en büyük darebelden birini o kasım günü aldım.
Yine her zaman ki okul günüydü. O gün Bülent hocaya dersimiz vardı. Nurhan ablanın verdiği kitabı okudum. Hoca bir kaç soru sorup elimdeki kitabın ne kadar güzel olduğuyla ilgili bir şeyler söyledi. Ardından yine pencereden bakmaya başladı.
Dönüş yolunda yine Erdal abi ve Filiz teyzeyi birlikte gördük. Kadın bu sefer sinirli görünüyordu. Bana uzun uzun baktı. Ben başıma ne geleceğini hissediyordum. Gerçekten o zaman anlamıştım bir şey olacağını.
Bir kaç gün boyunca Erdal abinin evinde kavgalar oldu. Ama bu sefer ciddi bir şey tartışılıyordu. Bir sır gibi saklanan derdin kavgası neden bu kadar gürültülüydü. Erdal abi ise aşağı kata çok iner olmuştu. Hatta Hasan abi ve benim kaldığım odaya bile gelmişti sebepsizce. Tuhaf halleri vardı. Alnında bir ter tabakası ve çukura kaçmış gözleriyle gelir boş boş konuşurdu. O sözler, cam gibi, asıl gerçeğin önüne konulmuş ancak görünmesine engel olamayan bir barikat misali koruyamıyordu kötü fikrini. Ben ise o kötü fikri farkettiğimde, camın buğusu silindiğinde her şey için çok geç olmuştu.
Bir gün polisler evi aramaya geldiğinde anladım. Sebepsizce hiç suçum olmadan korkmuştum. Bir an aklımdan geçen bir düşünce ardından nasıl da gerçek olduğuna hayret etmeme fırsat kalmadan başıma üşüşen insanlar. Bir köşede ise yaptığı kötülükten en ufak vicdan azabı duymadan kurbanını izleyen Erdal abi.
Filiz teyzenin altın kolyesinin benim odamda bavulumdan çıkması onun işiydi. Ben hırsız değildim. Bunu benden iyi biliyordu evdekiler. Ama kimse bir şey yapmadı giderken. Kadın da pek ala farkındaydı asıl hırsızın kim olduğunun. Sonra sanki yaptığı yanlışın farkında değilmiş gibi gayet minnet duyulmasını bekler bir tavırla beni bırakmalarını söyedi. Affetmişti. Ne büyüklük ama. Yapmadığım suçum affedildi. Onun yapma alçakgönüllülüğü ve affediciliği midemi bulandırdı. Orda ağzıma gelen her lafı sayıp hatta daha da çirkinleşerek metresinden şüphelenmesini söyleyebilirdim. Ama bu iftira reddedemeyeceğim kadar güçlü planlanmış hain bir tuzağın içine düşürdü beni.
Şu da hala zihnimi meşgul eder ki, ben o an en çok da Selver'in paçalarına yapışıp korkudan ağlayan iki küçük çocuk için üzüldüm. Onların babalarının nasıl bir adam olduğunu öğrenmeleri dolayısıyla çocukluk yıllarını berbat geçirmeleri o an düşündüğüm şeylerden biriydi. Bir yandan da o kadar şaşırmıştım ki gözümden akan hayret yaşlarını çok sonra farkettim. Anlamadım ne olduğunu. Neden kendimi savunmadım diye düşünüp kendimi suçladığım günler oldu. Zihnimde o anı defalarca tekrar oynattım. Bağırıp çağırdığım, şahitlerle gerçekleri kanıtladığım ve asıl haini ilan ettiğim sahneler. Sonra zaman bir kez daha örttü üstümü, sessizce. Kötü anılar örtünün altında pütür pütür belli etti kendini ama onlardan çok vardı ve zaman devam ediyordu yenilerini eklemeye.
Artık o evde kalamayacağımı anladığımda tıpkı Nurhan abla gibi bavulumu bir hışımla çekip gitmek isterdim. Ama ben o kadar güçlü değildim. Sel sümük ağlıyordum. Yoksa bu yağmur benim mi gözyaşlarım. Ben iyi bir çocuk değilim. Gürgür baba korur mu beni yine de? Benim için çatar mı kaşlarını, kızar mı çirkin insanlara?
Kapıdan çıkarken Erdal abinin küçük kızlarından biri peşimden geldi. Dengesini sağlayamayıp düştü samanların üzerine. Yerden kaldırıp üzerinde ki samanları silkeledim. Küçük dişlerini göstererek gülmeye başladı. Selver de biraz ileride çilli yüzünde ufak, zor farkedilir bir tebessümle baktı bana. Sanki biliyordu o da. Evet biliyordu. Ama sustu diğer hepsi gibi. Korktu belki de yalnız büyütmek istemediği çocuklarından, yuvasının yıkılmasından en çok da ailesinin onu geri kendi evlerine almayacaklarından. Bu insanların hiçbirinin suçu yoktu. Onlar kaderin esiriydi. Yalnızca biri dışında. O da tüm bunlara neden olan adam.
Elim bavulu tutmaktan ve soğuktan ağrıtmıştı. Okulun yanında ki durağa doğru yürüdüm. Belki bir erkek yurduna kendimi aldırabilirdim. Durakta bir süre oturup dinlenmeye karar verdim. O sırada eldiven satan adamı gördüm. Sabah beş taneydi. Şuan dört tane. Demek ki satmıştı birini. İçime yayılan sevincin sıcaklığı unutturdu bir an soğuğu. O para belki hasta anne babasına bir tas çorba olacaktı belki de küçük çocuğuna mama. Kim bilir. Bir yerde insanlar şereflerini hiçe sayıp kendi hakkı olmayan şeylerin sefasını sürüyordu. Bir yerde ise beş kuruş para için sabahtan akşama çalışan insanlar vardı. Soğukta, sesi yutan havada titrek ümitsiz bir çağrıyla çabalayan insanlar... Hayat ne kadar acımasız.
Durakta bir süre oturdum. Hava kararmıştı çoktan ve daha da soğuk olmuştu. Önümden, çok yakından geçen bir arabanın farları gözümü aldı. Araba durdu. O zamanlarda çok moda bir model olan beyaz araba. İçinde mahmur gözleri belki de ilk defa endişeyle açılmış olan Bülent hoca beni arabaya aldı. Ve ilerledik. Gitgide kararan ve soğuyan bu şehrin ıssız yollarında...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İpsiz Uçurtma
General FictionZihnimde bulanık bir anı...Sözlerini hatırlamadığım bir şarkının melodisi gibi veya en önemli parçası kaybolmuş bir yapboz... İçimde hep ne olduğunu bilmediğim bir eksiklik hissettim. Bir şeylerle doldurmaya çalıştıkça daha da eksildim, yenildim zam...