~1984, Sonbahar~
Küçük bir çocukken anneme neden ağaç fidanlarını bir tahtaya bağlayarak diktiğimizi sorduğumda aldığım cevabın her konuda geçerli olduğunu anlayamamıştım.
Fidanlar büyüyüp ağaç olabilmek için bir tahtaya bağlanmalıydı. Yoksa eğik bükük olurdu ya da sert bir rüzgara kapılıp giderdi. İnsanlar da böyleydi. Büyürken eğer tutunacak bir tahtan yoksa asla çiçek açan, meyve veren bir ağaç olamazdın. Savrulur giderdin.
Bedriye nine -artık ona nine demeye başlamıştım- bu savrulan fidanlardan biriydi. Onun bu aksi tavırlarının ardında herkese gücenmiş bir kız çocuğu vardı. Kalbi kırılmış, o da içine çekilmiş, tüm kapıları kapatmış ağlıyordu. Yüzüne ise üzgün bir maske takıp çektiği acıyı bir şekilde bir yerlerden çıkarmaya çalışıyordu.
Onun anlattıklarını zihnimde canlandırmaya çalıştım. Küçük bir kız çocuğu, o da benim gibi annesini kaybetmiş ve babası tekrar evlenmiş. Ama o zamanlar insanlar çok daha fakirmiş. Ne yiyecek bir lokma ne giyecek bir şey bulamazlarmış. Bir gün sahip olduğu tek şalvar da yırtılınca abisi kendi şalvarını kıza verip yırtığı kendisi giymiş. Eh, o kız sonuçta bir yeri görünmesin diye düşünmüş. Sonra onu daha çok küçük bir genç kızken zorla evlendirmişler. Gittiği evde ona o kadar kötü davranılmış o kadar dayak yemiş ki bazı izlerin hala geçmediğini söylüyor. Daha çocukları büyümeden kocası ölmüş. Dört çocukla kıtlık zamanı kalmış bir başına. Hamileyken odun kırdığından, saman taşıdığından kaç çocuğunu düşürdüğünü sayamamış bile.
Bir gün komşuları tandır da bazlama pişirmiş. Yaşar abi o zamanlar daha 10 yaşlarında falan küçük bir oğlanmış. Canı çekmiş olacak ki komşunun kızının elinden bazlamasını çalmış. Tabi komşuları eve gelip demediğini bırakmamış. Bedriye nine, zavallı kadın dayanamamış almış çocuğun elinden bazlamayı geri vermiş. Bir güzel de kötek atmış oğluna. Kıtlık zamanı çocuklara verecek bir şey bulamadığından ağladığını görmesinler diye çamaşır yıkamaya dereye gitmiş.
Bunları bana anlatırken sanki yeniden yaşıyormuş gibi ağlıyor. "Bir öğün yiyorsak bir öğün açtık. Ha, yediğimiz de yağsız pilav veya kuru ekmek ti."
Onu derenin başında iki gözü iki çeşme hayal ettim. Güneşin sıcaklığı ve kirpiklerinin ıslaklığı yüzünden gözlerini tam açamıyor. Zaten açlıktan bedeni bitap düşmüş, bir de gözyaşı dökerek, kollarında bacaklarında derman kalmayıncaya kadar çamaşır yıkıyor. Bedeninin çektiği acıyı göremeyecek kadar üzgün. Hatta üzgün, onun o halini tarif etmek için fazla hafif kalır. O tükenmiş. Tek istediği çocuklarını bir gece de olsa tok uyutabilmek. İşte bunun için her şeyi yapmaya razı...
Daha sonra ne iş bulursa çalışmış. Tarlaya gitmiş, koyun sürmüş, temizlik yapmış. Dişinden tırnağından artırmış, kül toprak olmuş büyütmüş o çocukları.
Peki ne mi olmuş? Ne olduğu işte ortada; çocuklar yuvadan uçuşan kuşlar gibi her biri bir yana, kadın da böyle tek başına kalmış. İyice elden ayaktan düşünce getirmişler buraya. Bir sedir vermişler altına, bırakmışlar kendi haline.
"Bezlerini yıkamak için günde kaç defa dereye giderdim" diyor. Sonra keyifsiz bir şekilde gülüp sesini inceltip " anne aman altına yapma biz temizleyemeyiz diyorlar" dedi.
Bir süre susup oturduk. Sonra ona sevdiği biri olup olmadığını sordum. Gençken yani. Herkesin olmuştur ya hani.
Bir an bile düşünmeden "olmaz mı?" dedi. Sonra anlatmaya başladı. Evlenmeden önce sevdiği biri varmış. Simsiyah gözleri ve saçları varmış. Onlar evlenmeye karar verdiklerinde ailesi çoktan başka birine sözlemiş Bedriye nineyi. Oğlan kaç gece kapılarında ağlamış. Bedriye nine de ağlamış da gözyaşları onları kurtaramamış. Oğlan bir gün hırsızlık yapan abisinin gömleğini giymiş. Köylüler tabi oğlanı o gömlekle görünce abisi sanıp öldürmüşler. Şimdilerde yaşanması mümkün değilmiş gibi gelen bu anılar, çok geride kalmayan lakin hatırlanmayan puslu bir tarihin, kıyısında köşesinde unutulmuş insanlarının birebir yaşadığı olaylardır.
Bedriye nine ağlıyor. "Hala seviyorum." diyor. "Rüyam da beni istemeye geliyor. Evleniyoruz"
Bunları anlatırken gözlerinde yakaladığım ışıltıya tutunup onu mutlu etmenin bir yolu olduğunu anlıyorum. Yalnızca bir ışıltı; rüzgar da titrek bir mum ışığı gibi hemen sönüveren... Demek onca acının, derdin içinde bir yudum sevgiye muhtaç yaşamış ve beklemiş, ümidini kaybetmemiş. Adam öleli nerden baksan atmış yıla yakın bir zaman geçmiş ama hala seviyor. Hala bekliyor. Bu nasıl bir umuttur ki, insanın aklı almıyor, acısı bile gülümsetiyor.
Sonra bana bahçede ki kurumuş akşamsefası bitkisini gösterdi. "Bak" dedi. "Hiç dalında gül kalmış mı? Çürümüş gitmiş. Benim gibi... Ne onda gül açar artık ne bende."
Evet, planımı bulmuştum. O bitkiyi iyileştirecektim. Onda gül açtıracak sonra bedriye nineye götürecektim.
Böylece kendi kendime çeşitli çözümler üretmeye başladım. Dikenleri kestim, elime batıyordu çünkü. Bolca suladım. Gözüm gibi baktım. Sonbahara doğru yaprakları yeşermeye başlayınca heveslendim. Ama karıncalar yaprakları yemeye başladı. Bedriye nine bu çabamı ve başarısızlığımı görünce gülümsedi. "Karıncaları incitme." dedi. "Bak oğlum bu hep böyledir, birileri doyar birileri aç kalır."
Bitkinin çevresine tuz döktüm. Böylece karıncalardan korudum. Sulamaya devam ettim. Nasıl ki Bedriye ninenin içinde atmış yıla rağmen umut varsa, bu bitki için de vardı.
Bu şekilde bir ay daha geçirdik. Hergün okuldan gelir gelmez gözlerim bitkiyi tarıyor, bir dalında bir gül açmış mı açacak mı diye bakıyordum.
Yine bir gün Sevgi ile okuldan dönerken -o gün fazla dalgındım- aldığım düşük nottan dolayı yüzüm yerde, aklım bir karış havada yürüyordum. Yavaşça eve doğru yönelirken sağ taraftan görüş alanıma giren, görmekten çok sanki hissederek farkettiğim bir pembelik gözüme ilişti. Dönüp baktım. Emin olmak için yanına kadar gidip baktım. Evet açmıştı! Küçük, daha çok küçük pespembe bir gül.
Sevginin elinden tutup gülün yanına götürdüm ve gösterdim o da çok sevindi. Hülya anlam veremediğim bir şekilde arkamızdan suratını asarak geldi. Tuhafıma gitti ama çok durmadım üzerinde. Büyük bir çoşkuyla eve daldım.
O kadar mutluydum ki evde ki kalabalığı ve dua okuyan imamı görünce afalladım. Orda, sedirde, Bedriye ninenin yattığı yerde, üzerinde tamamını kapatacak şekilde örtülmüş beyaz bir çarşaf ve onun da üzerinde bir bıçak görünce inanamadım. Kendimi bir filmin, çok kötü bir filmin final sahnesinde hissettim. Sözünü tutamayıp izleyicilerin lanet söylemlerine konu olan beceriksiz karakter olmuştum.
Bir hışımla bahşeye daldım. Gülü yerinden söküp attım. Artık gerek yoktu. Bir diken elime battı. Çıktım gittim evden neresi olursa.
O gün düşünememiştim ama zamanla daha iyi anladım, Bedriye nine dediği gibi bu bitkiye benziyordu. Nasıl ki bitki önce solup sonra tekrar yeşerip gül açtıysa, Bedriye nine de bu dünyada solup, gerçek dünyada açtı.
Ruhumda Bedriye ninenin, elimde ise gülün dikeninin acısıyla etrafta amaçsızca dolanıp kafamı dağıtmaya çalıştım. Sonra gün bitti. Her gün gibi o gün de bitti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İpsiz Uçurtma
Ficção GeralZihnimde bulanık bir anı...Sözlerini hatırlamadığım bir şarkının melodisi gibi veya en önemli parçası kaybolmuş bir yapboz... İçimde hep ne olduğunu bilmediğim bir eksiklik hissettim. Bir şeylerle doldurmaya çalıştıkça daha da eksildim, yenildim zam...