IX : Kül

88 11 11
                                    

"Her kim olursa olsun,
Bakışlarım ona takılır kalır,
Güzel gülüşünü işitirim, konuşmasını,
O benim gözümde Tanrılarla eş;
Gözlerime baktığı her an
Kendi suretini görür o, sessizce
Etrafında alevlerin yükseldiği bir kurban gibi ben
Yanar, kül olurum.
Hiçbir şeyi görmez gözüm, çanlar susar
Kulaklarım çınlar, dilim tutulur;
Haziran sonu çimlerinden daha da solgunlaşır yüzüm,
Yine de cesaretim kırılmaz
(Gelirim sana.)" –Sappho (çv. Ayten Mutlu )

2017, Temmuz

Masanın ortasında bir küllük duruyordu. İçinde birkaç tane izmarit, içinde dolu dolu kül... Etrafa hoş olmayan kokular yayılıyordu bu tek küllükten. Küllüğün yanı başında boşalmış bardaklar. Balkonda oturup sokağı izleyen bu iki genç kadının ikisi de kullanmazdı sigara. Giden misafirlerin artıkları, giden arkadaşların kalıntılarıydı bu küllük. Bu küller...

Im Yoona'nın gözleri binaların arkasında kalan günbatımı hayallerinde yok olmuştu. Aklı bu balkondan çok uzakta, düşünceleri dünyanın bir yanına dağılmış. Ellerinde sıkıca tutuyor telefonunu, kabındaki çıkıntılarla oynuyor farkında olmadan. Sanki burada değil, bedeni bir heykel ve o aslında uçuyor gökte.

Gökyüzünde bir bulut var, Im Yoona'ya kocaman bir yatak oluyor. Yumuşacık. Ama acı bir keskinlik hissediyor kalbinde, sanki vidaları çok sıkılmış, neredeyse kırılmak üzere. Kurtulmak istiyor bu duygudan ama bilmiyor nasıl yapması gerektiğini, bilmiyor ne yapması gerektiğini...

Hayatı boyunca büyük bir arayış içindeydi. Bitmeyen bir arayış... Tutunacak bir insan, sarılacak bir battaniye ile başlamıştı her şey. Hiç bilmediği bir kapıya terk edilmişti, hiç bilmediği bir dünyaya doğmuştu Im Yoona. Çocukluğunu yaşayamamıştı, hayatını kazanmak için çabalamak zorundaydı. Kimsesizdi. O zamanlar anne ne demek baba ne demek bilmezdi, belki de böylesi çok daha iyiydi. Bildiğinde ne olmuştu, ne değişmişti? Her şey daha kötü olmuştu. Bilmediği dünyada oradan oraya süzülen plastik bir poşet misali... Im Yoona, çok küçük bir çiçekti annesini, babasını, ailesini arayışında kaybolduğunda.

Tiffany'nin ona geldiği günü sıcak bir çay gibi hatırlıyordu. Omuzlarında bir battaniye hissediyordu. Hayatında ailesine en yakın olan şeydi o kadın, o yaşlı gözler. Ama bir sorun vardı, ona bağlanamazdı. Tiffany ona yakın olamazdı, uzaktaydı. Ve küçük çiçek bu yüzden arayışını hep sürdürmek zorunda kalmıştı. Bir yönden iyi olmuştu bu yaşlı gözler, sadece bir yönden. Im Yoona, sonunda kurtulmuştu o yaşına kadar içini kemiren o deli canavardan. Artık kafasında anne adında korkunç biri yoktu, annesi onu terk etmemişti. Annesi onu çok sevmişti sadece... Peki, neredeydi? Neden böyle olmuştu? Neden o kapıya bırakılmak zorunda kalmıştı?

Kim Taeyeon... Bu ismi duyduğundan beri bu küçük, narin çiçek... Her gece rüyasında görürdü onu, duyardı ismini ondan. Hayali bir gölge, hayali bir şarkı, hayali bir parfüm... Acaba nasıl bir histi Kim Taeyeon? Nasıl bir histi ona bakmak, onun yanında olmak, onunla konuşmak, ona sarılmak... Onun çocuğu olmak... Ona anne demek nasıl bir histi? Bir anne ne demekti?

Im Yoona, kalbindeki vidaları gevşetemiyordu. Kurtulamıyordu bu ağırlıktan, bu neredeyse ölecek olma durumundan ama hiç ölememekten. Şimdi avuç içinde bir anne duygusu taşıyordu, en azından daha yakındı ona artık. Artık bir fotoğraf bile vardı, bir yüzü vardı bu kadının. Bu güzel kadının... Ama bir baba ne demekti? Babası kimdi? Im Yoona, hayatı boyunca hiç yaklaşamamıştı bu figüre. Hep uzaktı ona, Tiffany bile bilmiyordu onun hakkında. Kalbinde daha ağır bir yük... Ama sorun değildi, yeter ki annesini bilsin. Bu yeterdi. Yeterdi. Nasıl da yeterdi ona...

Sorrowful AprilHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin