11- "omuzlarını evim belledim"
Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin. Fikriniz benim için çok önemli, okuduğunuz için teşekkür ederim...
"gözlerin gözlerime değince
felaketim olurdu ağlardım
beni sevmiyordun bilirdim
bir sevdiğin vardı duyardım
çöp gibi bir oğlan ipince
hayırsızın biriydi fikrimce
ne vakit karşımda görsem
öldüreceğimden korkardım
felaketim olurdu ağlardım"----
İnsanın kendisini nasıl anlattığını çok iyi bilen, Napolyon. "Bu fikir bana çok doğru geldi, öyleyse yanlış olması muhtemeldir." demiştir.
Bu söz üzerine çok düşünmüştüm. İnsan kendi düşüncesini hem nasıl benimseyip hem de yok sayabilirdi ki? İnsanların düşüncelerinin, benlikleri olduğuna inanırdım ve düşüncelerimiz, tercihlerimiz aslında bizi biz yapan unsurlardı. Fakat Napolyon'un, inandığı şeyin yanlışlığına ona inanmasından daha çok bağlı olması kafamı karıştırıyordu.
Ben sürekli insanlara muhtaç bir çocukluk geçirmiştim, bu nedenle insanların bana yardım ederken takındığı yüz ifadesini bir türlü silemiyordum aklımdan. Sanki kendi isteğimle o duruma girdiğimi düşünüyor gibi bakıyorlardı. Bu çok uzun süre böyle sürdü. Sadece babaannem bunu normal karşılıyordu çünkü çocukluğumdan beri çoğu krizimde o yanımdaydı. Tiksinen bakışlar gün geçtikçe artıyordu, bu tiksinilecek bir şey de değildi oysa ki. Herkes düşüşümü izlerken, eline aldıkları telefonları üzerime tutuyorlardı.
Kimse film de çekmiyordu oysa ki.
Oysa ki oyuncu da değildim, tiyatrolara da katılmamıştım hiçbir zaman.
İşte ben asla bitmeyecek, tiksinen bakışlara bir yenisi eklenecek diye düşündüğüm esnada kahvelerini dikmişti gözlerime. İlk tanıştığımız gündü. O gün.
Yemekhanede kızartma var diye sevindiğim o gün, kimsenin uğramadığı o küçük masaya yürüyordum. Yavaş yürüyordum, ayaklarımı yere sürte sürte, etrafa bıraktığım sese tebessüm ede ede kaplumbağa misali yürüyordum. Herkes kendi masasına koşarak gidiyordu biri kapmasın diye ama benim öyle bir derdim yoktu. Kimse benim yerime oturmazdı çünkü. Kimse oraya uğramıyordu çünkü çöpün yanıydı ve herkes her yeri kaptığında, orası bana kalmıştı. Kimse de yanıma gelme gibi bir zahmete girmediğinden orası benimdi ve tüm okul biliyordu bunu. Ama o gün öyle olmamıştı.
Önümdeki kızartmaya güzelce mayonezimi sıkıyordum, ketçap sevmiyordum, hardal falan da. Benim için mayonez yeterliydi. Mayonezi sade bile yiyebilirdim...
Ardından kafeteryadaki seslere bir yenisi eklendi, kahkaha sesi, dedikodu sesi falan değildi. Ben kızartmama bir şahesermiş gibi bakarken önümdeki sandalye çekildi. Yere sürtünen sandalyenin kulak tırmalıyıcı sesi etrafa yayıldı. Ben şaşkındım, ama sadece ben değil tüm kafeterya şaşkındı. Bu hiç olmazdı, gerçekten o sandalyede oturan tek bir kişi bile görmemiştim şu ana kadar. Eminim ki hademeler bile o sandalyeye dokunmuyordu. O sandalyeyi yapan marangoz bile yapar yapmaz elini çekmiştir ondan. Çünkü karşısındaki saldalyede ben oturuyordum. Ben. Kim Jongin. Ayrıca bu masa iki kişilikti de. Yani bir başkası için oturdu da diyemezdim. Diğer masalar dört kişilik, altı, sekiz kişilikken bu iki kişilikti. Yine tekrar etmeme gerek var mı bilmiyorum ama bu masa çöpün tam dibindeydi! Ama cidden, cidden bu oluyordu. Bakışlarımı bir saniyeliğine kızartmamdan ayırdım,-çok zor olmuştu- ve önümdeki karartıya gözlerimi diktim. Önce tepsimin önünde lacivert ve üzerindeki tabakta aynı benim gibi mayonezi üzerine sıkılmış bir kızartma dolusu tabak barındıran bir tepsi gördüm, ardından arkasında duran vücudu. Geniş omuzları, bembeyaz teni olan biri duruyordu önümde. Saçları gece karasıydı, gözleri küçük, çekikti. O an yemin edebilirim ki bana tebessüm etmişti. Yavaşça yukarı kıvrılan pembe dudakları, gerçekten bana tebessüm ettiğinin kanıtlarından biriydi fakat bu çok, çok fazlaydı. Bunu bana sadece babaannem ben hasta olduğumda yapardı.