8- "dünya bile dönüyor"
Babaannem, sürekli dedeme benzediğimi anlatır dururdu. Dedemin çok telaşlı olduğunu. Bir anda! Durup dururken durgun olup. Ardından bir anda da gülmeye, çok fazla gülmeye başladığını söylerdi. Her zaman bir sorun varmış gibi davrandığını da söyleyip duruyordu , belki de bir sorun vardı...bilmiyorum. Uzunca bir süre bunun normal bir şey olduğunu düşündüm, yani bir insanın ruh halinin sürekli değişmesi bana normal geliyordu o zamanlar. Ardından tanıştığım herkesin ani ruh hali değişimimi garip bulduğunu anladım. Zaten insanlar bende olan her şeyi garip bulmaya programlanmış gibilerdi. Acı olsa da farklı olduğumu, fakat kötü anlamda farklı olduğumu kabullenmiştim. Bir an kimse beni bu kötülüğümle kabul etmeyecek, herkes beni bırakacak zannetmiştim. Genelde de öyle olurdu zaten, giderlerdi. Kim olduğumu anladıkları an, etrafımda kimse kalmazdı.
Franz Kafka'nın Aforizmalar kitabındaki sözünde bulmuştum o an kendimi. "Anlamaya başlamanın ilk belirtisi,ölme isteğidir."
Bu cümleden, ya da bu kelimelerin birleştirdiği felsefeden herkes nasibini farklı bir şekilde alabilirdi, benim bundan anladığım ise yaşamımdaki gerçekleri fark ettikçe ölüm isteğinin beynimde yanıp, durmamasıydı. Durmamasıydı çünkü nefes alabilecek bir halde hissetmiyordum kendimi. Boşboştum. Ama değildim de, değildim ama aynı anda boştum da. Kafam da birbirine dolanmış ipler kadar karışıktı. Bulanıktım,aynı kirlenmiş bir su gibi. Oysa, beni kimse kirletmemişti ki. Nedendir ayaklarımı görememin sebebi? Nedendir yüzdüğüm sularda tek olmam? Kirli suda, beni tutmak için bekleyenleri göremiyor muydum kirliliği yüzünden? Yoksa, gerçekten de yoklar mıydı? Ellerimi başımın arasına koyup, düşünürdüm bunları düşünürken. Madem ben vardım, neden yoktum da aynı zamanda? Neden bakıldığında görülmüyordum? Onlara göre orada duran, ama önemsiz bir toz parçasıydım sadece. Günü gelince ellerini tiksinerek sürüp, iteceklerdi beni kenara. Ben buydum işte, ruh halimi açıklayamıyordum, kimse de beni anlamıyordu.
Çoğu zaman yok olmak istemiştim ama ben var olmamıştım ki. Doya doya gülememiştim hiçbir zaman. En son ne zaman mutluydum onu da hatırlamıyordum ki. Herkes nasibini aldıktan sonra gitmişti benden. Oysa terk etmek bu kadar kolay mıydı? Sanırsam öyleydi ki herkes gidiyordu benden...
Biri hariç, o şu an ellerini bel boşluğumda tutuyordu. O el şimdi elini kaburgamın tam altında tutuyordu, nefes al diyordu bana. Nefes al. Nefes almalıyım, ama çok zor diyemiyorum...
Ardından sanki bir anda gerçek dünyaya dönüyorum... Neden burada olduğunu anlamaya çalışıyorum, gözümün altına gelmiş yumruk, kafamın daha da allak bullak olmasını sağlıyor. Olduğum zaman dilimini unutacak kıvama geliyorum. Tam unuttum zannederken kollarını görüyorum, süt beyazı kollarını... Zor gelse de başımı kaldırıp arkamdaki vücuda bakıyorum. Alnını tam olarak kapamayan saçlardan anlıyorum...kestirmiş.
Benim güneşim güneyimden doğuyor bu gece. Benim güneşimin elleri var bu gece. Tanrı ona bana dokunabilsin diye buluttan eller bahşetmiş, bu gece. Bana bakabilsin diye kahvelerini vermiş ona... Beklentiyle bakıyorum oysa ki o gece kahve kürelerine.
Gözlerime bakan kahvelerinde hiçbir duygu...hiçbir duygu göremiyorum. Bir kaç sevgi kırıntısı arıyorum topraklı yollarında gözlerinin. Hiçbir şey bulamıyorum bakmaya doyamadığım kahvelerinde. Düşüp duruyorum onun topraklı yollarında, taşlar var orada. Ancak ben basıp, düştüğümde fark ediyorum onların orada olduğunu... Ne kadar da körüm, yürüdüğüm yollardaki büyük kayalıkları bile göremeyecek dereceye gelmişim. Ne ara bu kadar yürümüştüm onu da bilmiyordum oysa ki.
Ne ara bu kadar derinleşmiştim onunla? Ne ara yüzüme verdiği nefesi suya hasret kalmış bir insan gibi anında içime çekmeye, yeniden yaşadığımı hissetmeye başlamıştım oysa ki?