18- "geri dönme, ne olursun orada kal"
"Bana ellerimi geri ver, senden sadece bunu istiyorum. Hissetmiyorum ellerimi, bana ellerimi ver. Bana beni geri ver. Her şeyimi aldın, her şeyimi al...bana beni geri ver."
Yanlış duymuyorsam eğer, eğer ki kulaklarımın bana yaptığı bir oyun değilse, bir hıçkırık sesi duyuyorum ve... kapanıyor.
Telefon,kapanıyor.
Ayağa kalkmak için yelteniyorum ama kemiklerimdeki tüm gücün çekildiğini hissediyorum. Parmaklarım bir şeylere tutunmak için çoktan körelmiş. Tuttuğum yer tuzla buz oluyor sanki. Fakat yılmıyorum, kalkacağım diyorum, kalkacağım, sırtımı ağrıtıyor sert yerler. Yeniden deniyorum bu yüzden. Tutunduğum sert cisimden destek alarak bacaklarımın birbirine dolanmasını önlüyor ve kalkmak için yelteniyorum, ama bu vücudumun yığılmasına ve kafamın dolaba sert bir şekilde çarpmasına sebep oluyor, gözlerim kapanıyor. Göz yaşlarım, yanağımdan bir yol izliyor, duruyorlar. O yolu seviyor olmalılar, çünkü hergün en az iki kez o yoldan geçiyorlar. Gözlerim, birbirine yapışacak kadar ıslandığında, dudaklarım nefes almak için aralandığında, ciğerime giren hava bile kalbimi ağrıttığında, belki de bu aldığım nefes benim hakkım değildir diye düşünmeye başladığımda, sonum belki budur diye düşünüyorum. Belki tam şu an, şu an ölürüm! Ah Tanrım, ne de güzel olurdu son duyduğum sesin sahibinin o olduğunu bilerek ruhumu teslim etmem. Keşke olsaydı bu diyorum, ama keşkelerden nefret ediyorum, çünkü Sehun da keşkelerden nefret ediyor.
Saat sabah dört, hafif bir rüzgar yüzümü okşuyor, neden bu gün bu kadar erken kalktım? Ağustos sıcağından dolayı mı, yoksa sürekli bacağını sert bir şekilde belime atan Sehun yüzünden mi? İkinci şıkkı düşününce yüzümdeki gülümsemeyi engelleyemiyorum, ah tanrım... Ama maalesef ikisi de değil... Şu an balkonda, gökyüzüne bakarak hafif parıltılı bir yıldıza gülümsememin sebebi ikisi de değil, bu gün Sehun'un meleğinin doğum günü. En silik yıldıza bakıyorum çünkü Sehun, annesinin fark edilmeyecek güzelliklere sahip olduğunu düşündüğü için en az parıldayanı annesi olarak seçmişti. Bu annesine bir hakaret değil, ödüldü. Sadece birkaç kişinin (Sehun ve benim) bildiği eşsiz güzellik, daha özel değil miydi? Sehun'un içindeki güzelliği bilmek, onu içi yüzünden sevmek eşsiz bir meyveyi tatmak gibiydi, Sehun'un sadece bana kendini göstermesi beni sarhoş kılıyordu, onu öylesine seviyordum ki, onun için özel olduğumu bilmek oturup ağlamayı istememe sebep oluyordu.
Havanın aydınlanmasını beklerken, olduğumuz mevsime rağmen hafifçe irkiliyorum. Elimde tuttuğum, beyaz tenli kadının fotoğrafında geziniyor parmaklarım. Fotoğrafı öpüyorum, çok, çok narince... Sanki narin öpmesem zarar görecek, bunu istemiyorum.
Arkamı dönüp, odamızın penceresine bakıyorum, Sehun camdan buruk bir gülümseme ile beni izliyor. Adımlarımı hızlandırarak odaya gidiyorum. Bağdaş kurmuş, başını da yatak başlığına yaslamış, bana bakıyor. Gözlerindeki buruk tebessüm hala parıltılarıyla belli oluyor. Çok güzel.
Tanrım, kimse bana senin gideceğini söylememişti. Söyleselerdi eğer, tüm seni izlediğim geceleri gitmemen için dua ederek geçirirdim. Duyulur muydum? Orası muamma...
"Sensiz uyuyamıyorum, biliyorsun ve beni öylece bıraktın öyle mi, buraya gel.." dedi yalancı bir kırgınlıkla. "Annemize baktığını da biliyorum, bu gün yeni bir yaşa girdi, doğum gününü kutlamamız gerek, her yıl daha da güzelleşiyor...başım belada."
Kıkırdıyorum, dediğini yaparak yanına doğru emekliyorum. Kolları beni sarmak için çoktan hazır olda.
Beni sardığında hemencecik başıma bir öpücük bahşediyor."Keşke neli pasta sevdiğini bilseydim." diye mırıldanıyor, hemen yanağını öpüyorum. "Sen neyi seversen, onu seviyordur, genlerini almışsın onun." Ellerini tutuyorum, "Bak," diyorum. "Bak, ellerin bembeyaz, onunki gibi..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
moonlight | sekai
Fanfiction"Mutlu olamasak bile, uzun...uzun yıllar birlikte olalım."