13- "vişne kokar dudaklarım"
Umutsuz hissediyordum, tam anlamıyla umutsuz. Kafam karma karışıkken, nasıl hissetmem gerektiğini çözemiyordum. Sehun'a nasıl davranmalıydım? O bana nasıl davranacaktı? Şimdi ne olacaktı? Hepsi bir soru işaretiydi zihnimde. Bu kez zihnim bulanıklığın en son noktasına ulaşmıştı, bu nedenden ötürü olmalı ki suyun dibinde bulanık görmeyi umduğum ayaklarım bile görüş alanımda değildi. Su kipkirliydi, simsiyahtı, kalbimin atıkları siyaha bulamıştı şimdi berrak suyu. O gelse, temizlenecekti elbet. Bunu biliyordum fakat o bana gelmemekte ısrar ediyordu, bana adım atmayı istemiyordu. Önce ayaklarının yorgun olduğunu düşünmek istedim, yoruluyor... Bu nedenle bana gelmek istemiyor olmalı. Bacaklarında yaralar vardır belki, belki de morluklar, belki de benim sahip olduğum görünmeyen acılara sahipti onlar da. Ya da göremediğim bir sakatlığa maruz kalmıştı. Bir anlığına bir yerinin acıdığı ihtimali bile saç diplerime kadar ürpermeme sebep olmuştu. Belki sahiden de bacaklarında sorunlar vardı, parmak uçları bana dokundukça ağrıyordu da bana dokunmuyordu, gözleri bana baktığında bir anda netleyemiyor, ondan bakmıyordu. Kolları beni sarmıyordu, çünkü kaldırmaya bile mecali yoktu. Fakat bu tezimin saçmalığını, o tam önümde hep başkalarına koşup durduğunda fark ettim. Başkalarına sarıldığında, dudakları konuşmak dışında başka işlere yaradığında onların, kollarının, bacaklarının hatta parmak uçlarının iyi durumda olduğunu fark ettim.
Burada tek iyi durumda olmayan şey, bendim.
Benim durumum birini çok sevmeniz fakat sevdiğiniz kişinin size adım atmayı bırakın, yüzünüze bakmadığı esnada başkalarına konuşuyor olma durumu ve canımı paramparça etme durumuydu. Ben önünde düşsem, bana elini uzatır mıydı? Ben önünde ağlasam, benimle ağlar mıydı? Göz yaşlarımı silmezdi elbet, silse de durmayacağını bilirdi çünkü. Bilirdi hakkımdaki her şeyi, fakat buna rağmen benimle ağlar mıydı? Buz gibiydim şimdi, üşüyordu kollarım, ellerim... Dokunmuyordu ki, kirli miydim ki? Bana neden dokunmuyordu ki? Eğer dokunacağım deseydi bin kese atardım kendime, neden konuşmuyordu ki benimle?
Beni sürekli şaşırtıyordu. Ondandır ki ertesi gün uyandığım zaman koltukta büzüşmüş bir vaziyette bulmayı düşünüyordum kendimi, koltukta uyumuştum çünkü, aklım başımda değildi fakat hatırlıyordum bunları. Aksine yatağa gömülmüş olan vücudumu hissediyordum bu sabah, beni yatağa taşımıştı. Bunu birkaç kez gözlerimi kırparak anlamış olsam da anlamıştım işte. Ben ne kadar derin uyumuş isem onu hissetmemiştim o beni kollarına alırken.
Yatağın solu Sehun'un muazzam kokusu ile donatılmıştı, onun uyuduğunu düşündüğüm tarafın çarşafı bozulmamıştı bile. Derli, toplu ve yer zamanki gibiydi, gözlerimin arkası sızlıyordu; ne de güzel kokuyordu. O yaz sabahı, -gözlerimin dolamadığı o yaz sabahı- o kadar aciz hissettim ki, o sabah parmak uçlarım, avuç içlerim, avcumdaki çizgiler bile bana lanet okudu. Neden onun dudaklarına değdirdin bizi diye ağlıyorlardı, elim sızlıyordu, parmak uçlarım buz tutmuştu. Çünkü sadece artık onun dudakları ısıtabilirdi ellerimi, parmaklarımı, bileğimi, kalbimi. İnsan bir kez tattığı şeyi, unutamıyordu işte. Tanımıştı şimdi ellerim onu, nasıl unutacaktı ki? Sehun'un dudaklarına alışan ellerim onu evi bellemişti ve yeniden geleceğini düşünüyordu işte. Ama her zaman dilediğimiz şeyler olmazdı. Ki konu ben isem, istediğimiz şeylerin olabilme ihtimali daha da düşüyordu. Kendimi artık depresyonda olduğuma inandırıyordum, bunu kabullenme aşamasına bu sabah gözlerimin dolamamış olmasıyla geçmiştim. Ben, depresyondaydım. Evet ve bu acınası bir durum mu artık onu da düşünemiyordum. Tek isteğim bir kere olsun mutlu olabilmekti, Sehun dediğim gibi ne siyahtı ne de beyaz...Arada kalmışlığın içinde ölüp bitmemi bekliyor gibiyidi. Ben, araftaydım. Yerim yurdum yoktu, bu eve de ait değildim başka bir eve de ait değildim. Kaybolmuştum, bulunmak istiyordum fakat bembeyaz bir yerde bir yol bile gözükmezken insanların buraya gelebileceği ihtimali gülünç geliyordu.