Gün içinde uyumuş olmama rağmen aynı günde aldığım bu iki büyük haber, akşam eve geldiğimde kendimi iyice yorgun hissetmeme sebep oluyordu. Dört ay içinde ölecek olmam bir yanda, en yakın arkadaşımın bir ay sonra evlenecek olması bir yanda. Onur’un çocuklarına amcalık yapamayacağıma mı üzülmeliyim yoksa ilkbaharı göremeyeceğime mi?
Kırmızı kareli gömleğimi ve koyu renkteki kot pantolonumu çıkartıp yeşil, kareli pijamalarımı giydim. Baklava desenli çoraplarımı iç içe geçirip top haline getirdikten sonra bir köşeye fırlattım. Koltuğa uzanıp laptopumu açtım. Rastgele seçtiğim, başının sıkıcı olduğunu hatırladığım bir filmde sızıp kalmışım.
Sabah uyandığımda saat 11’i geçiyordu. Dün doğru dürüst bir şey yememiş, deli gibi acıkmıştım. Koltuktan kalkıp elimi yüzümü yıkadım. Banyonun soğuk fayanslarını hissederek gerisin geri odama kaçtım. Bir çift çorap bulup mutfağa yöneldim. Evim normal boyutlarda, hayatını tek sonlandıracak biri için uygundu. Her santimetrekaresinde bir tablo asılı duran yatak odamdan, bilgisayarımın, fotoğraf makinemin, televizyonumun, çalışma masamın ve gitarlarımın bulunduğu oturma odamdan başka bir de ufak bir misafir odam vardı. Bu oda misafir odası olmaktan çıkmıştı aslında. Genelde Onur’la sabahladığımız gecelerde ya da ne kadar içtiğimizi hatırlamayıp zil zurna sarhoş olduğumuzda o odada kalırdık. Kusmuk kokusunun günlerce gitmediği olurdu. Temizliğe gelen Latife Abla bile bazen söylene söylene bu odayı temizler, bir an önce çıkıp gitmek isterdi.
Buzdolabını açtığımda içinin boş olduğunu görüp büyük bir hayal kırıklığıyla yıkıldım. Markete gidip bir şeyler alma düşüncesi içindeyken birden aklıma Onur geldi. Bugün Cansel’le kahvaltı edeceklerdi. Büyük ihtimalle yeni buluşmuşlardı. O romantik anlarını bozmak istemezdim ama hem açtım hem de Cansel’le artık barış imzalamanın zamanı geldi diye düşünüyordum. Yakında ölecektim ve en iyi arkadaşımın yanında sadece o kalacaktı. Pencereden dışarı baktım. Ekim ayının sonlarında olmamıza rağmen hava bugün bir Nisan gününü hatırlatıyordu. Yatak odama gidip siyah keten pantolonumu ve siyah boğazlı kazağımı giyip ayakkabılığa yöneldim. Siyah Harley Davidson botlarımı ayaklarıma çekince kendimi bir an lise yıllarımda hissettim. Önümde uzun ömürlerin olduğunu düşündüğüm yıllarda.. O an aklıma The Sheltering Sky’dan bir replik geldi: “İnsanın ruhu vücudunun en bitkin parçası. Ne zaman öleceğimizi bilmediğimiz için hayat sonu olmayan bir yolmuş gibi geliyor bize.”
Kafamı bu düşüncelerden sıyırıp deri ceketimi sırtıma geçirdim. Motoruma atlayıp Onur’un evinin yolunu tuttum.
On beş dakikaya kadar apartmanın önündeydim. Zile bastım. Bir anda Cansel’in o ince sesini kulaklarımda hissettim. “Rahat bırakmadınız be arkadaş!” der gibiydi. Kapı otomatından Onur’un sesini duydum.
“Kim o?”“Hiç kimse. Ziline basıp kaçacaktım. Sesini duyunca muhabbet etmek geldi içimden. Ne var ne yok?” dedim sırıtarak.
“Zamanlaman mükemmel gerçekten.” dedi ve kapıyı açtı. Merdivenleri ağır ağır çıkarak en üst kata ulaştım. Kapı açıktı. Botlarımı çıkartıp içeri girdim.
“Artık taşınmanın zamanı geldi amir. Ben yaşlı bir adamım. Merdivenlerini tırmanırken yoruluyorum.” dedim mutfağa doğru ilerlerken.
“Benim merdivenlerimi tırmanmak yerine kendi evinde kahvaltı yapsan nasıl olur?” diyerek gülümsedi ve sarılmak için bana yaklaştı. Selamlaştıktan sonra ceketimi çıkartıp sandalyemin arkasına astım. Tam o sırada içeri Cansel girdi. Beni görünce yüz ifadesinin değişmesini büyük bir zevkle izledim. Onur bana ve Cansel’e bakarak masaya iki fincan kahve koydu.
“Kendine kahve yapman gerekiyor Teo’cuğum.” dedi alaycı bir tavırla Onur.
“Aslına bakarsan; hayır. Müstakbel karıcığının kendine bir kahve yapması gerekiyor.” dedim fincanlardan pembe olana uzanarak. “Değil mi Cansel’ciğim?”
Onur “Ne yaparsın hayatım, evlenene kadar katlanacağız. Ondan sonra rahatsız etmez zaten bizi.” der gibi bakarak Cansel’i teselli etmeye çalışıyordu. Bir anda aklıma onlar evlendikten sonra istesem de onları rahatsız edemeyeceğim geldi. Pembe fincanı yerine koyarak masadan kalktım. Deri ceketimi bir çırpıda elime alıp mutfaktan çıkarak kapıya yöneldim.
“Unut gitsin, afiyet olsun.” dedim tebessümle. Arkamdan bakakalmaları bana zaman kazandırmıştı. Onlar daha soru soramadan botlarımı giymiş, merdivenlerin yarısına gelmiştim. Aşağı indiğimde telefonum çalmaya başladı. Arayanın kim olduğunu tahmin etmek zor değildi ama yine de ekrana baktım. Onur’un aradığını sanıyorken arayanın Recep olduğunu görünce duraksamadan telefonu açtım.
“Konuş.”
“Müsaitsen bize kahvaltıya gelsene.” dedi, sadece bana karşı kullandığı ses tonuyla. O ses tonunu başka hiç kimseye hissettirmezdi. Liseden beri süregelen arkadaşlığımız aramızdaki bağı kuvvetlendirmiş, ister istemez birbirimize hep güven veren ve şefkat duygusu hissettiren bir şekilde seslenirdik.
“Sen var ya adamın dibisin. Açlıktan ölüyorum. 20 dakikaya ordayım.” diye karşılık verdim.
“Bekliyorum.”