Ankara’ya en son altı yıl önce gitmiştim. Annem vefat etmeden bir sene önce yanına taşınmış, sanki zamanımızın azaldığını hisseder gibi olmuştum. 57 yıllık hayatında yakındığı tek nokta; benim evlenip kendisine bir torun verememiş olmamdı. Cenazeden sonra İstanbul’a geri döndüm. Hayatıma devam etmek oldukça zordu tabi ki ama devam etmeyip ne yapacaktım?
Şoför geldiğimizi belirtince kafamı kaldırıp camdan dışarı baktım.
“Ne kadar?”
“33lira 60 kuruş.”
Ücreti ödeyip taksiden indim. Bir süre karşımda duran sarı apartmana baktım. Kapıya yanaşırken cebimden anahtarı çıkartıp içeri girdim. Merdivenleri ağır ağır çıkarken içimde bir boşluk hissetmiştim. Demir kapıya gelince derin bir soluk aldım. Küçükken eve geç kaldığımda kapının önünde derin bir nefes alıp içeri öyle girerdim. Bu; kendimi birazdan yüzleşeceğim şeye hazırlama yöntemimdi.
Hafif bir tıkırtıyla açılan kapı aynı zamanda geçmişe de açılıyordu. İçeri girip ışığı açtım. Kapıyı kapattıktan sonra ayakkabılarımı çıkarmadan evimi, geçmişimi, hayatımın şekillendiği mekanı dolaşmaya başladım. Hemen yanımda duran vestiyerde annemin montları ve ayakkabıları vardı. İstemsiz olarak annemin paltosunun birini suratıma yapıştırdım. Kokusunu içime çekerken onu çok özlediğimi fark ettim. Ölümünün üstünden yıllar geçse de hala onu arıyordum. Kendimi çaresiz hissettiğim anlarda hep yanımda olmasına her zamankinden daha çok ihtiyacım vardı şimdi.
Paltoyu yerine bırakıp solumdaki çiçekliğe yöneldim. Çerçevelerdeki resimler, kurumuş yapraklar ve annemin bankadan aldığı birkaç plaket. Küçükken resim çekinmeyi sevmez, habersiz çekilen resimlerimi de silerdim. Şimdi annemle olan birkaç resim karşımda duruyordu ve ben annemin hayatta olmasını, binlerce fotoğraf çekinmeyi istiyordum. Uzun uzun resimlere bakındıktan sonra mutfağa yöneldim. Kenardaki masanın yanında duran sandalyeye çöktüm. Dirseklerimi masaya dayayıp kafamı ellerimin arasına aldım. Çocukluğumun geçtiği bu sıcak yuva şimdi beni içine çekmeye çalışıyordu. Bir an nefes alamaz gibi olup yerimden kalkarak camı açtım. Rüzgarın tamamını ciğerlerime çekmek istiyordum. Biraz rahatladıktan sonra mutfaktan çıktım. Çiçekliğin yanından geçerek salona döndüm. Kapıdan salonumuzu izlerken anılar gözümün önünden geçip gidiyordu. Buruk bir tebessümle geriye dönerek oturma odasına gittim. Lila koltuklardan birine ağır bir şekilde çökerek etrafı seyretmeye başladım. Televizyonun üstünde duran takvim altı yıl öncesini gösteriyordu. Karşımda asılı duran saatin ise pili çoktan bitmiş, olduğu yerde sayıyordu. Evdeki sessizliği bozacak bir şeyin olmasını o kadar çok isterdim ki.
Yerimden kalkarak kendi odama geçtim. Kitaplığımda duran birkaç eski kitap, çocukluğumdan kalma oyuncaklarım, biblolarım ve posterlerimin dışında masamın ve yatağımın bulunduğu oda; benim dünyamdı. Fenerbahçe’li yatak örtümün serili olduğu yatağıma oturarak elimi serin kılıfın üstünde dolaştırdım. Eski günlere dönebilme umuduyla kafamı yastığa koyup gözlerimi kapattım. Annemin içeriden bana seslenmesini ya da mutfaktan portakallı kek kokusunun gelmesini umuyordum. Ne kadar süre o pozisyonda kaldığımı bilmiyorum ama uyuyamadım. Yatakta doğrulmak isterken üzerimde bir şey varmış gibi hissettim. Yılların verdiği ağırlıktan kurtulmak istercesine aceleyle yerimi terk ettim.
Gezmediğim tek bir oda kalmıştı. Bir yanım oraya da uğramak isterken diğer yanım koşarak evden çıkmak, nereye olursa gitmek istiyordu. Dayanamayıp annemin yatak odasının kapısını açtım. İçerideki koku kendinden hiçbir şey yitirmemişti. Bu odada ilk kaldığım gün nasıl kokuyorsa; hala öyle kokuyordu.
Altı yaşında babamı kaybedince Kocaeli’nden Ankara’ya, anneannemlerin yanına taşınmıştık. Bir süre onların yanında kaldıktan sonra şu an bulunduğum evi satın alıp buraya yerleşmiştik. Babamın yokluğunun etkisine dayanamayıp geceleri annemin yanına uyumaya gelirdim. Beni kollarına alıp sıkıca sarardı. İşte annemle bu odada uyuduğum ilk gece teneffüs ettiğim kokuyla şu an ki koku aynıydı.
Yatağın üstüne oturup kıyafet dolabını açtım. Gözüme ilk çarpan şey, ben hukuk fakültesini bitirirken annemin mezuniyetimde giydiği kıyafetti. Elime sanki kutsal bir şey alıyormuş gibi elbiseyi yavaşça askıdan aldım. Elbiseye uzun uzun bakarken birden gözlerimin altında bir ıslaklık hissettim. Ağlıyordum. Hayatta her zaman güçlü görünen, 1.85 santimetre boylarında, yapılı bir adam olan ben; şimdi ağlıyordum. Hayatta beni ağlarken gören insan sayısı pek azdı. Uzun süre sonra ağlamak çok tuhaf gelmişti ayrıca. Ama burada tektim beni kimse göremezdi. Bunun vermiş olduğu rahatlıkla haykıra haykıra ağlamaya başladım. Yılların bende biriktirdiği tüm etkileri, hüzünlerimi, çaresizliklerimi, pişmanlıklarımı ağlayarak kusuyordum.