” mutsuz musun ” diye fısıldadı adam, mutsuz olmasını bekler gibiydi kadının. buna alışmış, bunu ister gibiydi. halbuki kadının mutluluğu adamın da değil miydi? değildi işte. adam gözünde minik bir parıltı ile cevabı bekledi. kadın adama döndü, avuç içlerinden kokuluca öptü. sonra hayran kaldığı bir çift göze bakıp içlice ”hayır” dedi.
nasıl olsundu. huzur belki de en çok bu kadına dokunmuş belki en çok bu adamda hayat bulmuştu. şimdi nasıl derdi ”hayır” diye. bu sevgisine ihanet olurdu.
adamın yüzüne gölge düştü bir an. kadın anlamıştı onun bu halini. içine bir sızı düştü. çünkü sevdiği adam işte tam da böyleydi.
adam, tüm karmaşasını, kadınını ve ona olan tüm hislerini içinde yaşamaya yemin etmişti sanki. en az üzmek istediği kişi, onun en çok üzdüğü kişiydi. sonra kolayca sevmiyorum demekten, acıdan çekinmeyen bir adamdı o. küçük bir çocuk gibi saatlerce ağlayıp olgun bir adam gibi umursamaz davranırdı. kadından çok sevdiği, tanrıca kesindi. ama kadınca öyle değildi.
kadın her şeyi en dışında, en yüksekte yaşayandı. bu ilişkinin rol çıkmazının en tanımlı sanatıydı onun aşkı. duru seviyordu, duru söylüyor, hiçbir şeyi saklamıyordu adamdan. adam gibi gizli değil açık yaşıyordu her bildiği, her hissettiğini. bir kelimenin bir şarkının bir melodinin içine adamını sığdırıp onunla orada yaşıyordu.
onlar, olduğu kadar güzellerdi.