Yerde döşeli olan siyah karolara mümkün olduğunca basmamaya uğraşıyordum. Bu da çocukluğumdan kalma bir alışkanlık işte. Çocukken her şey istediğin gibi olurdu, ailen ne istersen almana izin verirdi. Aslında sadece bunu yaparlardı, bir çocuk için bu yeterli gibiydi. Onlara göre tabi. Benim istediğim ışıklı spor ayakkabıları ya da milyonlarca lisanslı oyuncak değildi. Tek istediğim uyurken yardımcı olması için bana masal okuyan bir ebeveyndi. Ya da ilkokul birinci sınıfta kavga ettiğin çocuğa dersini verebilen bir abi ya da abla. Gününün yüzde doksanını iş başında geçiren bir anne, ya da kahvaltıda bile gazete okuyup konuşmayan bir baba istediğim son şeydi. Çocukluğum karanlık içinde geçti. Neredeyse tüm zihnim televizyondaki çocuk programlarının her repliğini ezberlerken harcandı. Beynimde yer etmiş en çok hatırladığım çocukluk anım, bir kızları olduğunu hatırlatmak için oyuncaklarımı parçalayıp yenisini almak için annemle oyuncak dükkanına gitmemizdi. Unutmam imkansızdı, çünkü bunu milyonlarca kez yapmıştım.
Ben çocukluğumdan beri yalnızım. Birkaç sene daha yalnız kalırsam ölmem herhalde. Arkadaş edinmeye ihtiyacım yok benim. Ben yalnızlık virüsüne karşı bağışıklık kazanmış nadir insanlardan biriyim ve bununla gurur duyuyorum.
On sekiz numaralı fizik laboratuvarının kapısından içeri bir adım attım. Burası hiç tahmin ettiğim gibi bir sınıf değildi doğrusu. Üzerlerinde binbir türlü şey yazan yaralı bereli lise sıralarının aksine sıra filan görememiştim. Sadece kol kısmına monte edilmiş dizüstü bilgisayarlar olan sandalyeler vardı.
Laboratuvarda en az göze batan yeri seçtim ve oturdum. Ortalarda bir cam kenarıydı. Cam kenarına ihtiyacım olacaktı çünkü ben işitsel öğrenenlerdenim. Bir yandan dinleyip bir yandan da dersle ilgisiz bir şeye odaklanmak derste sıkılmamamı sağlıyordu. Her ne kadar dışarıdan dinlemiyor gibi görünsem de aslında can kulağıyla dinliyordum ve duyduğum her şeyi olduğu gibi zihnime kaydediyordum.
Camdan dışarıyı izlemeye başladım. Bugün müzik dinlememiştim ve bu sinirimi bozmuştu. Müziksiz başlayan bir gün benim için ölü gündü. Saate baktım. Dersin başlamasına neredeyse kırk beş dakika vardı. Ve koskoca sınıf ağzına kadar doluydu. Sanırım ineklerin her yere erkenden gitme gibi ilginç bir özelliği daha var.
Çantamdan kulaklığımı çıkardım ve Icona Pop'un albümüne tıkladım. I love it albümdeki favori şarkımdı. Melodisi güzeldi. Kendini tekrarla moduna aldım ve tuş kilidini açtım.
Kırk beş dakika boyunca müzik dinleyebilecektim.
***
''Hold on.''
''Cause I don’t think that I can save us baby.''
Birinin hafifçe omzuma dokunması ile gözlerimi anında açtım.
''Merhaba Alyson, hatırladın mı, seninle bahçede karşılaşmıştık...'' dedi neşeyle. Bu arada çoktan yanımdaki sandalyeye oturmuştu.
Kural üç, arkadaş edin. Tamam, bu göründüğü kadar zor olmayabilir.
''Merhaba Lindsay, tabi ki hatırladım.'' diye cıvıldayıp içtenlikle gülümsemeye çalıştım. Bu işte berbattım.
Bana cevap olarak sıcacık bir gülümseme gönderdi. Çantasındaki kitabı çıkarıp dizlerinin üstüne koydu. Ders başlayacak olmalıydı. Sanırım biraz uyuklamıştım.
Saate bakmama gerek kalmadan kapı gürültülü bir biçimde açıldı ve içeriye bizden yaşlı olduğunu anladığım biri girdi. Öğretmendi sanırım.
İlk dersim klişe olmalıydı.
Dersten başka bir şey düşünmeyen otoriter ve sinirli bir öğretmen lazımdı bana. Hatta genelde bayan olurlardı ve yaşlılardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mükemmel Üniversite (Finalsiz Bırakıldı)
RandomHayatım bu yere gelene kadar sadece danstan ve müzikten ibaretti. Ama insanların "iyi bir gelecek" dedikleri kavramı gerçekleştirmek için tüm hayatını elimin tersiyle bir kenara itmek zorunda kaldım. İstedim mi? Hayır. Zorunda bırakıldım. California...