my day remains the same
a maze filled with you
Myeong-Dong yakınlarında küçük ama tıka basa dolu olan bir kafedeydi, buluşma noktası.
Geçen hafta defalarca onu aramalarına rağmen ulaşamadıkları Rosé'ye ilk olarak Jennie ulaşmıştı. Rosé numarasını değiştirmiş ve Jennie onu aradığında ağabeyine biriktirdiği tüm kini ona kusmuştu. Tabi bunlardan Jeongguk'un haberi yoktu henüz.
Tesadüfen, ebeveynlerini ziyaret etmek için Avustralyadan dönmüş ve yaklaşık iki buçuk haftasını Seoul'da geçirecekmiş. Jennie bunu öğrenir öğrenmez, Rosé'nin tüm isyanlarına rağmen onu bir buluşma için ikna etmeyi başarmıştı.Jennie, kafeye adım atar atmaz Rosé'nin tanımlarına göre "kızıl saçlı beyaz elbiseli" bir kadını arayıp durdu. Tam pes edip herhangi boş bir masaya oturacağı sırada onu görmüştü, cam kenarındaki masada yüzünü ellerine alıp dışarıyı izleyen Rosé'yi.
Bir kaç saniyeliğine masanın yanında dikilip içinden Rosé'nin ne kadar güzel olduğunu geçirdikten sonra boğazını temizleyip elini Rosé'ye doğru uzattı."Hoşgeldin Rosé, ben Jennie."
Rosé uzun süre ona uzatılan ele bakıp ardından Jennie'ye soğuk bakışlar attı. Selamının karşılığını almayacağını anlayan Jennie ise uzattığı elini çekip karşısındaki sandalyeye oturdu. Sabrını zorluyordu fakat işin ucunda aşık olduğu adam söz konusu olduğu için dişini sıkmakla yetiniyordu.
Kendine ve Rosé'ye bol köpüklü kahve ve birer dilim çilekli pasta söyledikten sonra aralarında sessizlik hakimdi, ta ki Rosé onu bozana kadar.
"En azından zevkliymiş," diye söze başladı Rosé Jennie'yi uzun süre süzdükten sonra.
Jennie anlamadığını belirten bir şekilde baktığına ekleme yapma gereği duyup tekrardan konuştu: "Ağabeyim olacak şahıstan bahsediyorum. Senin gibi sevgilisi varsa zevkliymiş demek. Hem güzelsin, hemde tam da benim sevdiğim şeyleri ısmarlardın."Jennie beklemediği bu sözlere karşı tebessüm etmişti.
"Teşekkür ederim Rosé. Demek ki ağabeyinle oldukça benziyorsunuz."Rosé ise göz devirip bir kaşı havada sordu: "Ne alaka?"
"Kahve ve çilekli pasta, ikiside onun çok sevdiği şeyler."
Jennie öne eğilip dudaklarını dişleyip pastasıyla oynayan Rosé'ye bir süre baktıktan sonra daha fazla dayanamayıp konuştu.
"Rosé ben seni buraya oyalamak için çağırmadım. Bilmen gereken önemli şeyler var ağabeyin hakkında."
Rosé elindeki çatalı bırakıp gözlerini Jennie'ye dikmişti.
"Peki bunu neden o değilde de sen bana anlatıyorsun? Madem bahsettiğin kadar özlemiş beni, neden o burada değil?"Jennie kızıl saçlının elini tutup, "Çünkü şuan seninle olduğumu geç, seninle iletişime geçtiğimden bile haberi yok," dedi.
"Nasıl yani," diye karşılık verdi Rosé.
"Yani bana yalan mı söyledin? Jeongguk beni görmek istemiyor değil mi?" deyip elini Jennie'nin elleri arasından çekip ayaklandı."Hayır hayır, Rosé beni dinlemelisin!"
Kızılı tekrardan yerine otturduktan sonra sözüne devam etti: "Ağabeyin seni aradı fakat eski numaran olduğu için sana ulaşamadık. Sonrasında ben seni buldum ve Jeongguk'a sürpriz yapmak istediğim için ondan habersiz sana ulaştım."Jennie'nin sözlerine karşılık biraz olsun sakinleşen Rosé başını sallamakla yetindi.
Bu parlamaları Jennie'ye normal geliyordu çünkü karşısında küçük yaştan itibaren yuvasından uzaklaşmış, üstelik son iki senedir bilmediği nedenlerden dolayı Jeongguk ondan uzaklaştığı için ağabey hasreti çeken kırılgan bir küçük kız çocuğu duruyordu. Her ne kadar buz duvarları örmüş olsa dahi Jennie bunu görebiliyordu. Tıpkı buzun saydam oluşu gibi, Rosé'nin de kırık kalbi duvarları ardından ap açık gözüküyordu."Ağabeyin, iyi değil Rosé."
Kızılın gözleri bu sözlere karşılık ayrılmıştı.
"İyi değilden kastın ne Jennie?"
"A-ağabeyin hasta Ro-"
Jennie'nin lafını bölüp sinirden kısa bir kahkaha attıktan sonra histerik bir şekilde konuşmaya başladı.
"H-hasta? Neyi var grip falan mı olmuş? Bu sıralar salgın var diyorlar zate-"
"Hayır Rosé," dedi Jennie dolu gözlerini Rosé'den ayırmadan.
"Maalesef, grip değil. A-Ağabeyin kanser. Seni kendinden uzak tutmasının nedeni de bu."Rosé titreyen ellerini ağzına götürüp hıçkırıklarını tutmaya çalışsa dahi başarısız olmuştu. Jennie hiç duraksamadan hızlıca ayağa kalkıp Rosé'yi kolları arasına alıp onunla birlikte sessizce ağlamıştı.
Rosé'yi çok iyi anlıyordu. Jeongguk ona beyninde tumör olduğunu ilk söylediğinde o da sanki dünyası yıkılacakmış gibi hissetmişti, belki de o andan itibaren gerçekten öyle olmuştu.İnsan oluşunun fıtratından kaynaklanan sürekli bir umut arayışı başta Jennie'yi ayakta tutmaya yetmişti. Tümörün kötü huylu oluşu, gittikçe büyüyor olması ve Jeongguk'u kendi gözleri arasında eriyor oluşunu izlemekse bu umudu yok etmişti. Şimdi ise sürekli bir kaybetme korkusu ile yaşıyordu Jennie. Kimseye belli etmemeye çalışıyordu ve bu işte oldukça başarılıydı. Umut dolu, hayat dolu gösteriyordu kendini, en çokta Jeongguk'a karşı. Geceleri saat başı kalkıp Jeongguk'u kontrol ettikten sonra ağlayarak uykuya daldığını kimse bilmiyordu.
Tanrının Jeongguk'u ne zaman alacağını bilmiyordu. Belki yarın, belki ertesi gün, belkide hiç. Fakat Jennie'nin tek bir bildiği vardı o da Jeongguk'un hala nefes aldığı her saniyeyi güzelleştirmek istiyordu.
Ve bunu gerçekten yapacaktı."Geldiğin için teşekkür ederim Rosé. İyi ki geldin."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
blue ✧ jenkook ✓
Fanfiction(yetişkin içerik!) ❝Ölümün kıyısında gezerken bana ilk dalganı vuruşunla fark ettim seni. Maviydin sen. Okyanus ve gökyüzünün, hayatın rengi. Güç, sadakat, huzur ve güvenin rengi. Okyanus kadar derin ve bir o kadar da ulaşılmaz. Tutmaya çalıştığım...