Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
'Bilmiyorum Suna?' Derken omzumu pencere kenarına yaslayıp Paşa'nın arka bahçede elinde telefon sağa sola gezinişini izliyorum. Aradaki mesafeye rağmen attığı adımdan tut her hareketinde öfkesi okunuyor 'Ne oldu anlamadım. İtalya'dan döndüğümüz andan itibaren sanki başka bir adam oldu.'
"Nasıl bir adam?"
'Bir kere gerekmedikçe hiç konuşmuyor. Sürekli sinirli...' Dediğimde konuşturmuyor beni Suna.
"Önceden de öyle değil miydi Sare?"
'Değildi!' Dediğimde inanmadığını belirten mırıldanmalarına karşın hemen düzeltiyorum cümlemi 'Yani en azından İtalya'da değildi. Suna, orada gördüğüm adam çok başkaydı. Tamam, yine sinirliydi ama nazik, kırılmamdan korkan bir Paşa Karacan vardı. Şimdiyse tam tersi, değil konuşurken ona baktığımda bile kaşlarını çatıyor.'
"Canım arkadaşım seninle ilgili olduğunu nereden çıkardın ki? Belki canı başka bir şeylere sıkılmıştır. Sonuçta bu adam koskoca bir firmayı yönetiyor. Kırk tane derdi vardır onun şimdi."
"Olabilir tabi. Sonuçta evdekilerle karşıda soğuk ama ne bileyim... Sanki bilmediğim bir kabahat işlemişim gibi hissediyorum."
"Saçmalama! Ayrıca ne kabahati işlemiş olabilirsin?"
"Bilmiyorum."
'Sen şimdi onu, bunu bırak da gelmiyor musunuz kızım el öpmeye falan? Ben arkadaşımı özledim' Diye sorduğunda uzaklaşıyorum pencereden. Biz İtalya'dayken Amasya'dan gelen kitaplarımın bulunduğu kolilerin yanına ilerliyorum.
"Ah ben onu tamamen unuttum cuma sabahı geliyoruz. Malum okula da uğramam gerekiyor."
"Bak bu çok güzel haber işte. Peki, ne kadar kalacaksınız?"
'Çok kalamayız. Cumartesi akşamı döneriz her halde' Derken telefonu omzumla, kulağım arasına sıkıştırıp kolilerden birini açıyorum.
"Ne yapalım o kadar da yeter. Tek sen gel de."
Sunayla konuştuktan sonra dolu kolileri bir tanesini açıp çıkan kitapları yere parkenin hemen üzerinde yığmaya başlıyorum. Son koliden çıkan Cemal Süreya'ya ait kitabın sayfalarını çevirip karşıma çıkan ilk altı çizili satırları yüksek sesle okuyorum.
Belki de konuşuyordur gözlerin.
Ama ben gözce bilmiyorum ki.
Sessizce biliyorum.
Usulca biliyorum.
"Masumca biliyorum."
Şiiri tamamlayan sesin sahibine döndüğümde hemen kapının önünde beni izleyen Paşayı buluyorum. Odaya ne zaman girdiğini ya da açılan kapının sesini neden duymadığımdan çok onun bir şiiri biliyor olması şaşırtıyor beni. Her daim asık yüzlü olan o adamı şiirlerle bağdaştıramıyorum bir türlü.