1 ❧ silhouette on the mirror

3.6K 242 215
                                    

don't let your crown fall: tacının düşmesine izin verme.

Güneş ışığı büyük pencerelerin kristal çerçevelerinden uzun ve geniş koridorlara yansıyor, duvarlar ise yavaşça gölgesini bırakıyordu. Etraf aydınlanırken birkaç kuş sarayın etrafında dolaşmaya başlamıştı. Genç kral, camına konan birkaç kuşa donuk gözleriyle baktı fakat bunun aksine yüzünde küçük bir tebessüm oluşmuştu. Hemen sonra, minik gözleri iskeleti altın ve gümüş karışımı parlak bir metalden yapılmış, üzerinde gerçek bir demir işçiliği bulunan boy aynasına kaydı. Donuk gözleri, aynı soğuklukta ve aynı gariplikte, bu sefer kendi silüeti üzerinde dolaşmaya başlamıştı. Simsiyah saçları gereğinden fazla uzamıştı ve artık gözlerinin bir kısmını kapatıyordu. Ten rengi ruhu kadar donuk ama ruhunun asla olamayacağını bildiği kadar beyazdı. Üzerinde ipekten yapılma simsiyah bir takım elbise vardı. Gri ve taşlarla süslenmiş tacı ise siyah saçlarına naifçe yerleşmek için yaratılmış gibiydi. Görünüşü - kurumuş dudakları ve mutsuz çehresi hariç - ben soyluyum, dahası Raina'nın kralıyım diye bağırıyordu.

Yalnızca birkaç saniye sonra bir ev kadar büyük odanın iki metre uzunluğunda ve belki iki katı genişliğinde işlemeli kapı tıklanmıştı. "Kralım, müsaitseniz içeri girebilir miyiz?"

Son bir kez aynadaki yansımasına baktı ve sanki kendini daha fazla görmek istemiyormuş, belki de bu durumdan usanmış gibi krem rengi bir örtüyle rastgele kapattı aynanın üzerini. Yutkundu ve yeni uyandığı için pürüzlü çıkan sesiyle konuştu: "Girin."

Dört hizmetkar başları öne eğik bir şekilde odaya girmiş ardından iyice eğilip selam verdikten sonra doğrularak kapıyı örtmüşlerdi. "Majesteleri," dedi içlerinden bir tanesi. "Çoktan hazırlanmışsınız. Geç mi kaldık, efendim? Sıcak havlu ister misiniz, biraz masaj veya-"

"Arlene uyandı mı?"

"Evet, majeste. Yemek salonundalar."

Bir şey söylemeden hizmetkarlarının yanından geçip gitmiş, hizmetkarları ise yalnızca krallarının önünde eğilmişlerdi. Hızlı adımlarla yemek salonuna girdi. Onu gören diğer hizmetkarlar yeniden önünde eğilmişlerdi. Kimse, onun gözlerinin içine bakmaya cesaret edemiyordu. Dik durduklarında bile gözleri hep yere bakıyor, başları eğik duruyordu. Bu, ilk başlarda onun bitmek bilmez egosunu güzelce tatmin etmeyi başarıyordu, her zaman kalbinde olan güvensizlik ve korkuyu içeride bir yerlerde olan raflara kutulayıp kaldırmasını, bir daha açmayı da düşünmemesini, sağlıyordu. Uzun, ince ve neredeyse bütün odayı kaplayan masanın baş köşesine oturdu. Masa en az otuz çeşit yiyecekle döşenmişti. Sarayın birçok odasında olduğu gibi bu odayı da geniş pencereler kaplıyordu ve duvarlarda dönemin en iyi ressamlarının tabloları asılıydı. Kolonların ön kısmında heykeller, çeşitli biblolar ve antika vazolar döşeliydi.

"Günaydın, majeste." Arlene gülümseyip elindeki bir tomar kağıdı kenara bırakmıştı. Kırklı yaşlarının ortasındaydı ama saçlarında beyazlayan yalnızca birkaç tel vardı. Hala oldukça güzel ve bakımlı bir kadındı. Kral'ın annesi onun doğumunda vefat ettiğinde en yakın arkadaşı ve baiş hizmetkarı olan bu kadın veliaht prensi büyütme görevini üstlenmiş dahası ölen kraliçenin vasiyeti üzerinde veliaht prens reşit olup tahta oturuncaya dek kraliçe olmuş ve halkı yönetmişti.

"Bana böyle demenden hoşlanmıyorum." Bıkkın bir sesle konuşup arkasına yaslandı. Masadaki her şey mükemmel ve lezzetli gözüküyordu ama nedense hiç iştahı yoktu.

Arlene neşeyle kahkaha attı. "Tamam Yoongi," dedi. "Yalnızca seninle uğraşmaya çalışıyorum, bilirsin, bu gerçekten eğlenceli." Gözlerini boş tabağıyla bakışan siyah saçlı genç adamda gezdirdi. "Ne o, hala çocukluğunda olduğu gibi sana reçelli ekmek yapmamı beklemiyorsun değil mi?"

don't let your crown fall ❅ bts•bpHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin