Biçimli parmaklarını avucunun tam üzerine getirerek elini yumruk yaptı genç kız, ardından hemen önünde duruyor olduğu tahta, kahverengi kapıya vurdu. Kapıdaki tahta blokların rengi çoktan atmış, yer yer soyulmuştu. Bir kasaba evinin kapısını açıp içeri girmek fazla zor bir şey değildi. Kilitli olsa dahi küçük bir omuz darbesiyle kapı ardına kadar açılıyordu. Fakat, Jisoo bu tür olaylarda dikkatli davranırdı, kapısını çaldığı kişi kasabadaki tek arkadaşı olsa bile kapıyı çalmadan asla içeri girmezdi. Miyeon, defalarca aralarında bunun bir önemi olmadığını ve istediği zaman eve girebileceğini söylemişse de Jisoo bunu kabul etmemişti.
Miyeon, neredeyse koşarak gelip kapıyı açtığında Jisoo ile karşılaşmıştı. Yüzünde hiç eksik olmayan tebessüm kocaman bir gülümsemeye çevrilirken hafifçe geriye çekildi. "Sen gelmesen ben seni çağıracaktım Jisoo, uzun zamandır yanıma uğramıyorsun. İçeri geçsene sana bir papatya çayı yapayım."
"Teşekkür ederim Miyeon," dedi Jisoo. Kendisini zorlasa da tebessüm edememişti. Gerginlikle kolunu ovaladı ve soracağı bu soru yeterince etik mi merak etti. "Ben aslında sana bir şey sormak için gelmiştim ve bilirsin, acelem var." Dudaklarını ısırıp gözlerini kaçırdı. Daha önce böylesine büyük bir şey istememişti kimseden. Bu, ağır bir yüktü farkındaydı. Belki de sadece birkaç hafta bekleyip öyle çıkmalıydı bu yolculuğa.. Fakat, hayır. Zaman aleyhine işliyordu. Zaman, daima aleyhine işlemişti ve artık geç kalmak istemiyordu. "Annem çok hasta. Ama benim acilen kasaba dışına çıkmam gerekiyor. Senden ricam onun yanında kalman Miyeon. Biliyorum, bu büyük bir istek.."
"Hayır," dedi genç kız hemen. "Sorun değil Jisoo. Bu zamana kadar bana ettiğin yardımları sayamam bile. İlk defa benden bir şey istiyorsun, tabii ki yapacağım."
Jisoo, kendini gülümsemeye zorladı. Dudakları yavaşça kıvrılırken bu gülümseme dehşet verici ve korkunç bir gülümseme miydi, yoksa aslında ne kadar minnettar olduğunu karşısındaki genç kıza yansıtabilmiş miydi bilmiyordu.
***
Sadece birkaç saat önce ayrıldığı pazara geri döndüğünde insanları umursamadan kalabalığın arasından geçiyordu. Bir kıza çarpmış, yaşlı bir hanımın torbasının yere düşmesine sebep olmuştu. Özür bile dilemeden geçip gitmişti. Aklındaki tüm düşünceler onu yutuyorken başkalarını önemseyecek durumda değildi. Arkasından söylenen yaşlı kadını duysa da duymamazlıktan gelip çantasına sıkıca sarıldı. Pazara önceki gelişinin aksine çantası ağzına kadar doluydu. Birkaç parça yiyecek, kıyafet ve bir yorgan vardı. Ne yazık ki yolu oldukça uzundu bu yüzden evinde ne bulduysa tıkmıştı çantasına. Zorlukla yutkundu. Aldığı nefes boğazındaki bir noktaya takılıyordu her seferinde, her nefes alışı daha da acıtıyordu bu yüzden. Bu nasıl olabilirdi? Bunca zamandır kocaman bir yalanın içinde yaşıyordu. Duydukları, duyacaklarının yanında bir hiçti, bunu biliyordu. Ve en çok da bu korkutuyordu onu. Nasıl insanların içine düşmüştü böyle? Kendisini doğar doğmaz lanetlenmiş bahtsız biri olarak görüyordu artık. Annesi "Raina Kraliçesi Jennie'yi bul," demişti Jisoo'nun eline bir kağıt parçası tutuştururken. Bu zamana dek bunu saklamanın ona büyük bir utanç verdiğini ve ölürken bile vicdan azabının, hastalığının verdiği acıdan daha keskin olduğunu söylemişti. Bu zamana dek gizlemesinin en büyük nedeninin ise Jisoo'nun ta kendisi olduğunu eklemişti. Fakat, Jisoo artık neye inanacağını kestiremiyordu. Bu zamana dek onlarca yalan söylemiş, gerçekleri saklamış olan bu kadına - sadece birkaç saat önce hiç yabancılık hissetmeden anne dediği bu kadına - güvenebilir miydi?
İlaçların satıldığı tezgahın önünden geçerken sert bir bakış atmış, adımlarını ressamın küçük tezgahının önünde durdurmuştu. Tam da söylemiş olduğu gibi Namjoon artık resimleri açmıştı. Hepsi birbirinden güzel olan kara kalem ve yağlı boya çalışmaları birbiri ardına sıralanıyordu. Çoğu bir çiçek, kuş, sandalye veya bir yıldız gibi basit ögelerdi ama Namjoon onları öyle bir ustalıkla çizmişti ki, resimlere baktıkça daha fazla bakma isteği uyandırıyordu. Adeta hipnoz eden bir güzellikti bu. Namjoon ise tezgahın arka tarafındaki bir sandalyeye oturmuş, elindeki neredeyse kırılmak üzere olan kalemle defterine bir şeyler karalıyordu. Jisoo, genç adamın ilgisini çekmek için sahte bir şekilde öksürdü. Namjoon, hemen kafasını kaldırmıştı. Ancak, Jisoo'yu görmek pek beklediği bir şey değildi. Göz bebekleri öncelikle şaşkınlıkla aralanmış, kaşları hafifçe çatılmıştı. Bulmayı beklediği mücevheri bu kadar erken bulması, garip bir tesadüftü. Kaşları eski halini alırken yüzünde de güzel bir gülümseme oluşuverdi. Yavaşça ayağa kalkıp defteri az önce kalktığı sandalyeye bıraktı. "Jisoo.." dedi kalın bir ses tonuyla. "Borcunu ödemek için bu kadar erken gelmene gerek yoktu." Kafasıyla yan tarafta ilaç satan adamı işaret etti. "Ben onun gibi değilim yani istediğin zaman getirebilirdin, acelesi yoktu. Hatta vermesen bile olur."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
don't let your crown fall ❅ bts•bp
FanficSaçlarının tutamları arasına sıkışmış bu taç, bir yıldıza benzer. Dışarıdan bakıldığında parlak, güzel ve görkemlidir fakat aslında olan; sürekli kendi ateşinde kavrulan sıradan bir topraktan ibarettir. taelicekook, namsoo, yoonmin ve sürpriz bir çi...