Yine kalemimi elime almış sokak sokak geziyordum, cebimde de son kalan üç parça kağıdım. Hoşuma giden sokaklardan parçalar, binalardan yollardan lambalardan parçalar çiziyordum. Aslında belki de sadece çizdiğimi zannediyordum. Ama bence çiziyordum. En azından öyle olmasını isterdim. Bir de her zamanki gibi başım çatlarcasına ağrıyordu. Sanki içinde birileri sürekli torpil patlatıyordu. Ya da kafamın içinde yer çekimi yokmuş da, zıp zıp top bir o tarafa çarpıyordu bir o tarafa.
Bir banka oturdum sokağı geniş açıyla görebilen. Sağ bacağımı sol bacağımın üstüne kibarca attım. Sol dirseğimi bankın sol demirine dayadım. Sol elimle kısa saçlarımda elimi gezdirerek masaj hissi yaratıyordum. Hareketi bırakana kadar baş ağrımı azaltıyordu. Sağ elimle de dizime koyduğum kağıt parçasını tutuyordum. Ayrıca kalem de sağ elimdeydi. Kalemin ucunun körelmiş olmasını hiç umursamıyordum. Sokaktaki her şey dikkatimi çekiyordu ama. Bunların hepsi baş ağrıma daha da destek oluyordu. Neden başımın ağrıdığına tam da bir kanaat getirebilmiş değildim. Belki de uyandığımda yatağın dayalı olduğu duvara kafamı vurmamdandı. Ama günler geçmişti. Şişmemişti bile.
Başımı elimden kaldıramıyordum. Sanki desteği bıraksam kafamı taşıyamayacakmışım gibi geliyordu. Bir an hafiften bırakmayı denedim ama başım yere doğru yol alınca bıraktım denemeyi, tuttum hemen kafamı. Bir an için aklımdan kafamı orada bırakıp gitmeyi düşünmedim değil. Mantıklı da gelmişti önce ama sonra çok zor olur diye vazgeçtim. Kan falan da gerekiyordu bunun için. Fazla masraf olur diye.
En iyi çözümü baş ağrısının uykuymuş. Ama onu da yapamıyordum. En son uyandığım gün sekiz gün önceydi. Ondan önceki de o günden 14 gün öncesi. Uyuyabilseydim belki daha güzel şeyler çizerdim ve geleceğe yönelik planlarım saatlik değil de günlük olabilirdi, ya da haftalık falan. Öyle bir yaşam da ayrı gariptir elbet.
Kararsızlık, bilgisizlik, parasızlık, pislik içinde geçen son bir ayıma dair hatırladığım tek şey, az önce buraya gelip ayaklarımdan bir aydır çıkartmadığım çorapları çıkartıp, havalanması için yanımdaki boşluğa sermemdi sanırım. Ama o an nerden bilebilirdim ki yağmurun birden yağacağını. Ceketim falan da yoktu üstümde. Ya ceket önemli değildi aslında pek, kağıtlarım ıslandı, eriyip gittiler suyla. Ben güzel şeyler çizmiştim onlara. Daha çizmediğim kağıtlara da bir kibrit kutusu büyüklüğünde beyaz peynir aldırabilecek parayı kazanmamı sağlayacak çizimlerimi yapacaktım. Şimdi yeni kağıtlar bulmam gerekecek. Kağıt bulamadığımda hep yapraklara çiziyorum ama bu havada yapraklar da ıslak hep. Artık çizebileceğim tek yer beyaz bir duvar. Ama o da en yakın sanırım dört sokak yukarıda. Bu halde o rampayı çıkamam. O yüzden çizmiyorum. Kendimi yağmura bırakıyorum. Islanıyorum yağmurla. Su çok güzel, siz de gelsenize. Anne, karnım acıktı benim. Patates kızartması ve kola alsan bana olur mu? Her şey dahil değil mi? Baba, denizde açılsak mı biraz? Baba denizanası var burda ya! Dayı, ne içeceksin bu akşam? Sokaklar sensiz hep biliyor musun? Senin adın yazıyor gibi gelirdi bana eskiden yollardaki çizgilerde ama halbuki öyle değilmiş. Çizgiler dümdüz bomboş çizgilermiş. Hiç bir anlamı yokmuş. Bir de ben şey sanıyordum, o çizgileri böyle işçi amcalar elleriyle çiziyorlar, arabalara meydan okuyorlar falan. Ama öyle değilmiş. Arabanın biriyle aletle çiziyorlar kolay kolay.
Gözlerime bir ağırlık çöktü. Sanırım dün onbeş saat uyudum diye oldu. Az uyuyunca da oluyor çok uyuyunca da. Arasını tutturmak lazım ama o da çok zor. Bir de uyumadan önce bir şey yememek lazımmış. Çünkü vücut önce onu sindiriyormuş, sonra gerçek anlamda uykuya geçiyormuş. Ama şu baş ağrıma bir türlü çözüm bulamıyor bu doktorlar. Uyuduğumda da geçmiyor ki. Bence dediğim gibi başımı bırakayım ben bankta, sonra rahat rahat gezerim. Bunu yapabileceğim tek şey de kalem şu an. Madem öyle, kalem kılıçtan keskindir!