8
Rabia'nın Vehbi Dede ile mûsikî dersleri, Arabî ve Farisî derslerinden hayli sonra başladı. Şükriye Hanım ona, "Hoca'nın elini öp", Vehbi Dede'ye, "Yeni şakirdiniz, efendim" diyerek çekilip gidince kız odanın ortasında kakıldı kaldı. Rabia'nın yanakları ateş gibi yanıyor, kendi kendine, "Acaba elleri nerede?" diye soruyor, fakat ilerlemeye cesaret edemiyordu.
Dede'nin elini nerede bulup öpecekti? Herhalde onlar adamın boynundan yere kadar uzanan deve tüyü renginde harmanininiçinde bir yerde olacaktı. Niçin öteki büyükler gibi o da elini kendiliğinden uzatmıyordu? Gözlerini yavaş yavaş yeni hocasına kaldırdı. Dede'nin harmaninin içindeki uzun boyu biraz öne, Mevlevî külâhının altındaki baş sol tarafa eğik, tavrında bir şey bekleyen adam hali vardı.
Çocuğun gözleri nihayet Dede'nin gözlerini bulunca, iki zayıf el harmaniden çıktı, göğsünün üstünde çaprazvari kavuştu ve Rabia'yı büyük bir insanmış gibi Mevlevî selâmı ile selâmladı.
Rabia, Dede'nin tavrındaki zarafete, yüzündeki bambaşka ifadeye tecessüsle, yeni bir şey görmüş gibi bakıyordu. Vehbi Dede'nin gözleri koyu ve bir çocuk gibi emniyetle etrafına bakıyor, yüzü bir müsellesi hatırlatıyor, alnı geniş, çenesi sivri. Burnu ince ve muntazamdı, dudakları biraz müstehzî, kızıl kumral sakalı biraz köse, yanaklarda yok gibi, çeneye doğru gürleşiyor.
Dede, bir yer minderi gösterdi ve, "Otur, kızım," dedi. Sonra eğildi, çocuğun ellerini dizlerinin üstüne koydu, parmaklarını açtı. Bu hareketle Rabia'nın sımsıkı duran vücudu gevşedi, içine de biraz sükûn geldi, çarpıntısı, korkusu geçti. Kendisi harmanisini minderin üstüne attıktan sonra çocuğun karşısına bir minder çekti, oturdu. Yün şalvarı aşınmış, mintanının dirsekleri yamalı, kolsuz yeleğinin üstünün havı gitmişti. Fakat bu zâhirî fukaralığa rağmen, giyinişinde bambaşka bir husûsiyyet vardı. Hemen o dakika ders başladı.
"Düm, tek tek, düm tek..." hem söylüyor, hem çocuğun ellerini dizlerine vuruyordu. Bu en basit usule çocuk alışınca, sedirin üstünden neyini aldı, kolay bir hava üflemeye başladı.
Rabia'nın ilk mûsikî dersi böyle geçti. Günden güne Vehbi Dede'nin öğrettiği, Kuran okumaktan çok daha başka olan bu mûsikînin derunî darabanına alışıyor ve benimsiyordu. Ve en karışık usulleri dizinde vurmayı öğrendikten sonra hocası eline bir tef verdi. Parmaklarının gergin deri üstünde dolaşarak, vurarak çıkardığı seslerin, zillerin şıkırtısıyla imtizacı pek hoşuna gidiyordu.
Emine "Çingene sazı" diye tahkir ettiği tefi, kızının çaldığını duyunca hiddetinden babasına saldırdı.
— Bu konak bakalım kıza daha ne yüzsüzlükler öğretecek... Para yüzünden torununu Çingene çalgıcısı yapacaksın.
İmam sakalını karıştırdı:
— Sana kim tef çaldırıyor, Rabia?
— Vehbi Dede.
İmam nefes aldı ve Emine'ye sert sert bakarak:
— Anlamadığın işe burnunu ne sokarsın, be kadın? Vehbi Efendi evliya gibi bir adamdır, Mevlevîler, tefi, dünya zevkine âletiçin çalmazlar, diye başlayarak uzun izahata girişti.
İmam'ın, tef meselesinde Rabia'nın tarafını tutması, çocuğu mûsikî derslerinde serbest bıraktı. Ve çocuk teften sonra ud, kanun, hemen alaturka sazların hepsini, Vehbi Dede'yi hayran bırakan bir sür'atle, kabiliyetle öğrendi. Bir zaman sonra telli sazları, hocası kadar maharetle çalmıyorsa bile, pek kendisine mahsus bir ateşle, heyecanla çalıyordu.
Şimdi, artık, güya Kuran okumak için kaldığı Sabiha Hanım'ın odasında, akşamları hep şarkı söylüyordu. Uzun günün çalışmasından bitap, ihtiyar kadının odasına gelir, arkasını sedire dayar, ayaklarını uzatır, elinde tefi, tatlı sesi, şarkıdan şarkıya atlardı. Ekseri akşamları Selim Paşa da gelir, nargilesini getirtir, onu dinler ve dinledikçe yüzünün sertliği, huşûnetigider, gözleri uzaklara dalar kendi kendine gülümserdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sinekli Bakkal
General FictionTürk edebiyatının en çok okunan romanlarından biri olan Sinekli Bakkal, ilk kez, İngilizce olarak The Clown and His Daughter (Soytarı ve Kızı) adıyla, Londra'da 1935. yılında basıldı. Aynı yıl Türkçede önce Haber gazetesinde tefrika edilen roman dah...