7

828 40 12
                                    

11

Üçlerin dükkân hayatı, ertesi olmayan bir bayrama benziyordu. Onlara göre, kırık kaldırımlı, pis kokulu, karanlık Sinekli Bakkal, yalnız neşe ile gümbür gümbür atan canlı bir kâinatın ruhu, merkezi oluvermişti. Onlar hayatla kedi yavrularının ipek yumaklarla oynadıkları gibi oynuyorlar, ipeklerin bir gün ellerine, ayaklarına dolaşabileceğini akıllarına hiç getirmiyorlardı.

"İstanbul Bakkaliyesi" gene o semtin en işlek alışveriş yeri olmuş, müşterilerin sayısı, Emine'nin zamanındakini çoktan aşmıştı.

Üçlerin reisi Rabia, dimağı ve nazımı da Cüce Rakım'dı. Ramazana bir hafta kala dükkânın teklifsiz ve daimî bir misafiri hâsıl oldu ki o da cümbüşe, neşeye çok ilave ediyordu. Bu, Gelibolu'dan dönen Çengi Penbe idi. Sabiha Hanım'ı eğlendirmek bahanesiyle konağa postu sermiş, her gün bir defa Sinekli Bakkal'a yollanıyor, köşede kadınlarla şakalaşıyor, çocuklarla dil dalaşı ettikten sonra dükkâna dalıyordu.

Rakım mal almaya, Rabia konağa gitmişti. Gün cumartesi, vakit ikindiydi. Tevfik dükkânda yalnız otururken uzun boylu bir Mevlevî dedesi başını eğdi, dükkâna girdi.

— Rabia Hanım'ın babası Tevfik Efendi'nin dükkânı burası mı?

— Ben, Tevfik bendeniz...

— Ben, Rabia Hanım'ın mûsikî hocasıyım. Sizinle konuşmak istiyorum.

— Siz, siz Vehbi Dede'siniz galiba.

Mevlevî güldü:

— Söylemek istediğim şey şu: Ramazanlarda ben ders vermem. Konağa pek de gitmem. Rabia Hanım için bir istisna yapmak istiyorum. Çünkü ben otuz senedir bu kadar istidatlı bir talebeye tesadüf etmedim. Burada müsait yer varsa perşembe akşamları gelip ders vereceğim.

Bu, Rabia'nın mûsikî derslerinin konaktan Tevfik'in evine nakli demek, bu, Dede'nin Rabia'ya ücretsiz ders vermesi demek... Tevfik'in iftihardan göğsü kabardı, gözleri yaşardı:

— Bizim için ne lütuf! Bahçemizde dinlenip bir kahve içmez misiniz?

— Başka bir gün gelirim, işinizden alıkoymayayım.

— Hayır Efendim, bu saatlerde alışveriş olmaz.

Tevfik dükkânın arka kapısını açtı, Dede'yi toplu ve temiz bir mutfaktan geçirerek bahçeye çıkardı. Cevizin altındaki hasıra oturttu, önüne tütün kesesi bıraktıktan sonra kahve pişirmeye gitti.

Bahçe, Tevfik'in biricik severek, özenerek çalıştığı yerdi. Cevizin ötesinde sık sık incir, badem, elma, ayva ağaçları var. Duvarın öteki dibinde patlıcan, domates, soğan, salata tarlası... Dede yüzünü eve çevirdi. Mutfağın ve çardağın üstündeki asma yapraklarına bürünmüş pencere batı güneşiyle kana boyanmış gibi. Çardağın yanlarına, mutfağın kapısına sarılan hanımelleri ve yasemin akşamın ağır havasında bayıltıcı bir koku neşrediyorlar. Etrafta soldaki akasyaların dallarında öten güvercinlerden başka ses yok. Tam bir İstanbul bahçesi. Dede kendini, kendi bahçesinde farz edebilirdi.

Tevfik'in getirdiği kahveyi yavaş yavaş içerken, evin sahibini de tetkik ediyor, onu pek kendisine yakın buluyordu. Mütemadiyen söyleyen bu çocuk yüzlü adam, Allah'ın serseri çocuklarından biriydi. Dede, onların türlü türlülerini görmüştü. Onlar sergüzeştle dolu fırtınalı hayatlarını yaşarken ekseri dünyanın zevkini de, cefasını da bir tekkenin eşiğinde bırakıp erenler sürüsüne giren eski âşinâlarıydı. Vehbi Dede, dükkândan ayrılırken, Tevfik'e, tarikatın müstakbel "can"ıgibi bakıyordu.

İki hafta sonra, bir öğle vakti Rakım dükkânda yalnızken Vehbi Dede'den çok başka bir yabancı daha geldi. Cüce, Sinekli Bakkal'da böyle bir adam tanımadığı için gözlerini açtı, yabancıyı süzdü. Siyah harmanili, üç köşeli kocaman şapkalı, kısa boylu, çevik tavırlı bir ecnebi idi.

Sinekli BakkalHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin