6

975 52 5
                                    

9

Rabia zerzevat sepetini sallaya sallaya sabahleyin Sinekli Bakkal Sokağı'na saptı. Bir solukta sokağın ortasına vardı, dükkânın karşısına dikildi. "İstanbul Bakkaliyesi" levhası yenilenmişti ve dükkânın kapısında biri durmuş, başını kaldırmış levhaya bakıyordu. Acayip bir mahlûktu. Bir çocuk gibi, fakat kılığı çocuk değil. Arkasında penbe bir cüppe, başında abanî bir sarık... Arkasında ayak sesi duyunca birdenbire döndü ve Rabia orta yaşlı bir cüce ile burun buruna geldi. Buruşuk yüzünde tabiî komiklerin mahzun gözleri vardı.

— Tevfik, müşteri geldi.

İçeriye seslendi. Uzun boylu bir adam, basık kapıdan geçebilmek için başını eğdi ve o eski sokakta beklemediği sevimli, küçük müşteriyle yüz yüze geldi. Altın gözlerin yeşil mevceleri parıl parıl yanıyor, beyaz örtünün içindeki yüz, Tevfik'in izah edemeyeceği bir heyecanla kıpkırmızı olmuştu.

Dükkândan çıkıveren bu adama Rabia derhal ısınmıştı. Sıcak kestane rengi gözlere gözlerini dikmiş, uzun kumral bıyıkların altında gülen ağızla o da beraber gülüyordu.

— Daha dükkân pek hazır değil ama, zarar yok. Buyurun bakalım, küçükhanım. Bir siftah edelim... İnşaallah ayağınız uğurlu gelir!

Rabia, fasulye ve soğan taşan sepeti kaldırdı, gösterdi:

— Bu sabah alışveriş bitti.

— Vah vah, yarın sabah bizden alırsınız.

— Her sabah, her sabah...

Çocuğun sesindeki heyecan Tevfik'i biraz şaşırttı.

Hafızasında bir kasırga esti. Bu kız kime benziyordu? Emine'ye... Gerçi dudakları kısık, gözleri küçük değil ama, yüzünün darlığı, teninin pürüzsüzlüğü... Kendi kızı bu yaşta olmalı. Bekçi Ramazan Ağa'nın sesi, kulaklarında hâlâ çınlıyor:

— Kızın çok büyüdü, Tevfik! Hafız oldu.

— Babanın adı ne, kızım?

— Kız Tevfik.

Birçok şey birden oldu. Cüce kapıya dayanmış ağlıyordu. Tevfik, Tuna Nehri gibi taşmıştı, tayfun gibi kızının etrafında dönüyor, kapıp kollarıyla kaldırıyor, dükkânda aşağı yukarı divane gibi dolaştırıyor, arada bir bırakıyor, biraz yüzüne baktıktan sonra tekrar kapıyor, nöbet gelmiş deli gibi sayıklıyor, ağlıyordu.

Biraz sükûn bulunca Rabia ile cüceyi bir sabun sandığına oturttu, kendisi aralarında, bir kolu birinin belinde, bir kolu ötekinin omzunda ikisini birden sıkıyor, ikisini de sıra ile şapır şapır öpüyordu. Bu mesut badirede en kendisine hâkim olan gene Rabia idi.

Tevfik'in çocuk ruhu, cücenin çarpık ve bî-çâre vücudu, hacet isteyen, sevgi bekleyen iki zavallı kimsesiz... Rabia ikisine birden sahip çıktı.

Tevfik oturur oturmaz sürgünde geçen hasret ve gurbet yıllarını anlatmaya başladı. Sırasız ve karmakarışık bir hikâye, fakat o kadar canlı ki Rabia kendini o yılları babasıyla beraber geçirmiş zannediyordu. İlk senelerin sefaletinde birkaç para edinebilmek için pazaryerlerinde halkı eğlendirmiş, bazân yapyalnız, kafasını sokacak bir damdan mahrum, ekmekçi dükkânları önünde gözleri ve ağzı sulanarak aç ve avaredolaşmış...

Hikâyesinin bu kısmıyla kızın şen gözlerinin yaşardığını gören Tevfik, sergüzeştinin başka bir safhasına atladı.

— Zâti Bey Gelibolu'ya Mutasarrıf olunca sürgünlerin yüzü güldü. Ben derhal yanına kapılandım, başımı bir yere soktum, sırtım esvap, midem sıcak yemek buldu. Fakat hepsini alnımın teriyle kazandım ha! Evin içinde de, dışında da gece gündüz çalıştım.

Sinekli BakkalHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin