25
— Ne var, Bilâl? Evde biri hasta mı? Yoksa annem mi hasta?
Hilmi rıhtımda arabanın kapısını açan Bilâl'in yüzünü gözleriyle delik deşik ediyor, oradaki kapanık ve karanlık ifadenin mânâsını anlamaya çalışıyordu.
Henüz Beyrut'tan gelmiş, vapurdan çıkmıştı. Müstakbel kayınbiraderinin tavrındaki değişiklikten o kadar ürkmüştü ki, Bilâl'in arkasında duran iki sivil memurun kim olduğunu bile sormamıştı.
— Bir şey yok, sahi bir şey yok. Siz arabada bekleyin, ben eşyaları Şevket Ağa ile yollayayım, gelirim.
Hilmi, gözleri arabacının arkasında, dalgın dalgın düşünürken, arabanın kapısı açıldı, içeriye Şevki atladı, kolunu Hilmi'nin koluna geçirdi, oturdu, gözleri arabadan on adım uzakta bekleyen iki adamda, nefes almadan, fakat alçak sesle Tevfik'in başına gelenleri anlatmaya başladı. Mukaddime yapmadan, hiç teferruata girişmeden hep o, Saray'ı ve Selim Paşa'yı ürküten mektuptan bahsediyordu.
— Tevfik'i istintaka memur olan Gözpatlatan Muzaffer, henüz bizi ele vermedi. Aman sen ağzını sıkı tut, yüzünden bir şey belli etme...
Hilmi cevap vermeye vakit bulmadan Bilâl geldi, karşılarına oturdu.
Araba Aksaray'a yaklaşıncaya kadar üçü de bir tek lâkırdı etmedi.
Vaziyetin çirkinliğini bir türlü hazmedemeyen Hilmi, kendi kendine söylüyor gibi, "Nâmus, nâmus..." diye başladı. Fakat Şevki'nin eli bir kaplan çevikliği ile ağzını kapamış ve dişlerinin arasından âdetâ Hilmi'ye söver gibi, "Büyük maksatlar mevzu-ı bahs olurken ferdin nâmusu kuru bir gururdur," diyordu.
Bu cümle Hilmi'den ziyade Bilâl'e tesir etmişti.
Şevki'nin taassupla vahşileşen esmer yüzünde Bilâl' in beyaz kirpikli mavi gözleri yıldırım gibi dolaştı. Onun Makedonya meydanında yetişen kafası, kavgada kazanmak için her hileyi meşru görmeye alışmıştı. Halbuki Sultani'de Tanzimat edebiyatı diye garip şeyler öğretiyorlardı... Şimdi Şevki, o mektebin birinci çıkan talebelerinden İstanbullu bir adam, dayısı Bayram Ağa'nın söyleyeceğini kitabî bir üslupla söyleyivermişti. Dudakları kımıldadı, Şevki'nin cümlesini içinden ezberledi.
Araba konağın kapısında durunca Hilmi arkadaşını alıkoymadı. Anasını bir ayak evvel görebilmek için merdivenleri âdetâ ikişer ikişer çıktı. Fakat anasının odasına girince onun tavrını da Şevki'ninki kadar garip buldu.
Sabiha Hanım ne Dürnev'i ne de Hilmi'nin nasıl seyahat ettiğini sordu. Gözleri korkudan büyümüş, sesi çarpıntıdan kesik kesik çıkıyordu. Hemen biri gelip Hilmi'yi kapıp götürecekmiş gibi gözleri kapıdan ayrılmıyordu.
— Tevfik'in başına gelenleri duydun mu? Allah razı olsun, oğlan, kimseyi ele vermedi. O adamlar kimse haber vermeli, dikkat etsinler, kendilerini sakın ele vermesinler... Hattâ, hattâ savuşsunlar!
— Sen onların kim olduklarını biliyor musun, anne?
— Hayır, hayır, bilmek de istemem. Gece gündüz selâmetlerine dua ediyorum. Tevfik onları haber verse de kendi cezadan kurtulacak değil ya... Birçok kadın daha ağlayacaktı... Bir sürü ocak daha sönecekti!
Boğazında ani bir hırıltı ile kolları Hilmi'nin boynuna dolandı, boğacak gibi sıkıyor, Hilmi'nin göğsüne yapışan pörsük göğsü içinde hapsetmek istediği hıçkırıklar boğazını yırtıyordu. Gözyaşları Hilmi'nin yakasından boynuna aktı ve Hilmi'yi, Tevfik'in mefhum şeriklerini tutup hemen teslim etmekten men etmek istiyormuş gibi:
— Yapma evlâdım, köpeğin olayım, yapma, ihtiyar anana kıyma, diye yalvarıyordu.
Hilmi anasının kollarını boynundan çözdü, biraz geri çekildi, ihtiyar kadının yüzüne baktı. Ağlamaktan gözleri şişmiş, zavallı yüzü on sene birden ihtiyarlamıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sinekli Bakkal
General FictionTürk edebiyatının en çok okunan romanlarından biri olan Sinekli Bakkal, ilk kez, İngilizce olarak The Clown and His Daughter (Soytarı ve Kızı) adıyla, Londra'da 1935. yılında basıldı. Aynı yıl Türkçede önce Haber gazetesinde tefrika edilen roman dah...