Cemal Can
Üzerimde vize haftasında olmanın getirdiği stres ve yorgunluk vardı. Hafta başından beri istisnasız her gün dersim dörtte bitmesine rağmen eve dönmüyor, hava kararana kadar kütüphanede ders çalışıyordum. Dönem boyu zaten bozuk olan uyku düzenim bu hafta tamamen allak bullak olmuştu. Öyle ki, günde en fazla üç buçuk saat uyuyabiliyor, uyanık kalabilmek için devamlı acı kahve ve enerji içkisi tüketiyordum. Göz altlarımın morarması artık vücudumun çökmeye başladığının bir belirtisiydi.
Yine de, bu durum garip bir şekilde hoşuma gidiyordu. Derslerim için emek vermeyi seviyordum, sınav sonuçları açıklandığında yüksek not aldığımı görüp o notu almak için verdiğim emeği düşünmek ve kendimle gurur duymak hayattaki en sevdiğim hiss olabilirdi.
Perşembe günü sınavdan sonra planım yine kütüphaneye gitmekti. Cuma sabahı teslim etmem gereken Olasılık Teorisi ödevim vardı ve ortalamamı istediğim noktaya ulaştırmak için bu ödevden özellikle yüksek not kasmam gerekiyordu.
Üniversite ikinci sınıftım ve yüksek lisans için yurtdışına gitmeyi kafaya koymuştum. Ailemin durumu normal olsa da, beni yurtdışında okutmaya yetecek kadar iyi değildi. Özellikle türk parasının değerinin zamanla daha da düşüyor olması bu durumu daha da kesinleştiriyordu. Burs almak benim için tek yoldu ama burs kapmak istiyorsam notlarımı yüksek tutmam gerekiyordu.
Bu konuda kendime güveniyordum, özellikle bu üniversitedeki çoğu kişiden daha hırslı ve çalışkan olduğumun farkındaydım. Lay lay lomla bir yere varılmayacağın ve istediğim geleceğe ulaşmak istiyorsam bolca emek vermem gerektiğini gayet iyi biliyordum.
Ödevimin neredeyse yarısını tamamlamıştım, ama mükemmelliyetçi birisi olduğum için içime sinmeyen kısımları değiştirmek istiyordum. Normalde gece üniversite binasında kalmak yasaktı, ama önceden izin alırsanız kütüphanede sabahlamanıza müsaade ediyorlardı. Kafamda ödevi tamamlamak için mükemmel bir çalışma planı kurmuştum ve eğer ona uyabilirsem ödevi tam içime sinecek bir şekilde tamamlayıp yarına yetiştirebilirdim.
Dersten sonra fakülteden tanıdığım, aynı zamanda ev arkadaşım olan Gizem'le kantinde bir şeyler atıştırmıştık. Evet bir erkek olmama rağmen bir kızla aynı evi paylaşıyordum ve sırf bu yüzden bile dalga geçip ima yapanlar oluyordu.
Okuldan pek fazla arkadaşım olduğu söylenemezdi, hatta sevilmeyen bir tiptim. Hakkımda dolaşan dedikodular yüzünden bana önyargıyla yanaşan insanlar çoktu, hatta bazen bana nedensizce çok kaba davrananlar da olmuştu. Böyle durumlara liseden beri alışkın olduğum için takmamaya çalışıyordum. Artık birileriyle konuşurken bana iyi davranmalarını beklemiyor, kendimi en kötü muameleye hazırlıyordum.
Yurtdışına gitmek istememin en büyük nedenlerinden biri de buydu. Etrafımdaki insanların önyargılarından, zorbalığından ve bilip bilmeden her şeye dil uzatmasından fazlasıyla sıkılmıştım. Yurtdışına gidebilirsem, orada daha farklı bir muameleyle karşılaşacağım fikri tek umut dalı olmuştu benim için.
Yemeklerimiz bittikten sonra önce Gizem'le vedalaştık. O evde çalışmayı tercih ediyordu, gerçi çalışmak yerine yatağına uzanıp akşama kadar twitter'da takılacağından adım gibi emindim.
Ben böyle bir duruma engel olmak için kütüphanede çalışıyordum, sonuçta orada yatabileceğim bir yatak yoktu. Rahatsız sandalyeler, aşırı kötü olup en az elli kişi tarafından paylaşılan internet ağı ve en ufak ses çıkardığınız takdirde size ölümcül bakışlar atan kütüphane görevlisi vardı. Bu koşullarda sabahlara kadar dikkatim dağılmadan ders çalışabilirdim.
Kütüphaneye vardığımda saat beş buçuktu. Gizem'le yemeğimizi bu kadar hızlı yiyip dedikodu bile yapmadan hemen vedalaşmamıza şaşırmıştım. Kütüphanenin kocaman pencereleri sayesinde içerisi fazlasıyla aydınlıktı, havada kahve kokusu öğrencilerin ter kokusuna karışmıştı. Anlaşılan vize haftası herkes için yoğun geçiyordu ve bazı arkadaşlar duş bile alamayacak kadar kendilerini ders çalışmaya kaptırmışlardı.
Mümkün olduğunca diğer öğrencilerden uzak bir yer bulmaya çalıştım. Özellikle prize yakın olan masalar tutulmuş oluyordu, bu yüzden bilgisayarımın şarjının tam olmasına şükrettim. Bu beni iki saat filan idare ederdi, zaten saat altı gibi geceleyenler dışında herkes dağılıyor, yerler boşalıyordu.
En uç köşelerden bir yer kaptıktan sonra bilgisayarımı, kahvemi, A4 kağıtlarımı ve renkli kalemlerimi masanın üzerine dizdim. Annem benim bir düzen hastalığım olduğunu söylerdi, özellikle not tutma konusunda aşırı takıntılıydım. Notlarım düzgünce ve organize yazılmış, başlıkların üzerinden fosforlu kalemle geçilmiş, kilit sözler kırmızı kalemle işaretlenmiş olmalıydı mutlaka. Başka türlüsü içime sinmezdi.
İlk iki saat boyunca planım tıkırında işlemişti. Belirli bir süre boyunca çalışıyor, gerekli şeyleri not tutuyor, sonra ise beş dakikalık küçük molalar veriyordum. Saat yedi buçuk olduğunda artık bilgisayarımın şarjı tükenmek üzereydi, sürekli yazı yazmaktan sağ elimin parmakları acıyordu ve aynı yerde oturmaktan hem ayaklarım, hem popom uyuşmuştu. Artık yedi sayfasını tamamlamış olduğum ödevime gururla bakarak gerindikten sonra etrafa bakındım.
İnsanların yavaş yavaş dağılmaya başladığını farkedince gözlerimi pencereye çevirdim, hava tamamen kararmıştı.
Yarım saatlik bir mola vermeye karar verip ayağa kalktım. Yerim aslında iyiydi ama bilgisayarımı kullanmaya devam etmek istiyorsam kendime prize yakın bir yer bulmam lazımdı. Artık içi boş olan kahve bardağımı alıp çöp kutusuna fırlattıktan sonra yavaşça bilgisayarımı ve kalemlerimi topladım. O sırada gözümle kütüphaneyi baştan sonra tarıyor, nerede oturursam daha iyi olur diye karar vermeye çalışıyordum.
Girişteki masalar her ne kadar kütüphane görevlisinin gözünün önünde olsa da iyiydi çünkü orası tamamen boştu. Toplamda içeride yedi, bilemedin sekiz öğrenci kalmıştı ve hepsi uç köşelerdeki masaları tercih etmişti. Bilgisayarımı ve kağıtlarımı kucağıma aldıktan sonra gözüme kestirdiğim masaya geçtim. Etrafta öldürücü bir sessizlik mevcuttu, birilerinin sayfa çevirmeleri ve benim yerleşmeye çalışırken çıkardığım sesler dışında bir şey duyulmuyordu.
Şarj aletini prize takmak için masanın altına eğildiğimde, kütüphanenin kapısının sertçe açılma sesi bahsettiğim sessizliği böldü. Böyle munasebetsiz öğrenciler her zaman vardı ama bu tiplerin akşam vakti kütüphaneye uğradıklarını ilk defa görüyordum. Viza haftası işte, kimlere neler yaptırıyordu.
Masanın altında olduğum için kimin geldiğine bakamamıştım. Aleti prize taktıktan sonra eğildiğim yerden doğruldum, ama artık masada yalnız olmadığımı farkettim. Karşımda beni izleyen bir çift mavi gözle karşılaşmam, içimden koca bir siktir çekmeme neden oldu.
"N'aber, sütlaç?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MECZUP
Mystery / ThrillerBir akıl hastanesi düşünün...Çalışanları tuhaf, yemekleri tuhaf, hastaları tuhaf...Ortada bir şeyler dönüyor, herkes farkında ama kimse ne olduğunu sorgulamıyor...Neden susuyorlar? Kimden korkuyorlar? Belli değil. Şimdi ise geleceği parlak, zeki bir...