Saat sekiz buçuk Kızıl Kule'de sıradan bir kahvaltı saatiydi. Yeni doğan güneşin kırmızı ışıkları yemekhanenin penceresinden içeri süzülüp yemek sırasında bekleyen hastaların gözlerini kamaştırıyordu. Menüde yine kızarmış ekmek, yumurta, meyve suyu ve mısır gevreği çeşitleri vardı. Konuşma sesleri ve çatal bıçak sesleri birbirine karışmış, ortama genel bir gürültü hakimdi.
Alican'la, yine yemekhanenin en ortasındaki yuvarlak masalardan birinde ikimiz oturmuştuk. Benden başka kimseyle pek takılmıyordu ama söylediğine göre artık bir aydır buradaydı. Benimle de pek fazla muhattap olduğu söylenemezdi aslında. O sessizce yumurtasını yerken ben elimdeki kaşığı mısır gevreği dolu kasenin içinde fırlatıyor, boş bir noktaya bakıp duruyordum. Bedenim şu an yemekhanede olabilirdi ama aklım hala dün gecede, üçüncü katta, havuzdaydı.
"Hayırdır?" diye Alican'nın sesini duyduğum an irkilerek başımı salladım. Gözlerimi daldığı noktadan ayırıp Alican'ın yüzüne çevirdiğimde bana pişkin pişkin bakıyordu.
"Ne?" dedim kaşlarımı kaldırarak.
"Neden gülümsüyorsun?"
"Gülümsüyor muyum?"
"Az önce gülümsüyordun, evet."
Dışarıdan ne kadar aptal göründüğümün farkına varınca utanç hissi vücudumu kapladı. Dün geceyi düşünürken aptal gibi sırıttığımı bilmiyordum, bu hiç iyiye alamet değildi.
"Yok bir şey, dalmışım sadece." diye onu geçiştirmeye çalıştığımda Alican pişkin ifadesini bozmadan göz devirdi. "Kesin öyledir."
Tam itiraz etmek için bir şeyler söyleyecektim ki konuyu daha fazla uzatmayıp yemeğine döndü, buna içimden şükrettim ve ben de artık yemeğimle oynamayı kesip mısır gevreğimden bir kaşık aldım. Garipti, deterjan kokusu hala yerinde olmasına rağmen dün olduğu kadar keskin değildi.
Gevreğimi kaşıklamaya devam ederken gözlerimi yemekhanenin etrafında gezdirerek diğer hastaları izliyordum. Hareketlerini, tavırlarını. Nereydese hepsinin göz altlarının mor olduğu ve günlerdir uyumuyorlarmış gibi göründükleri detayını yeni farketmiştim mesela.
Aynı morluklar Alican'da da vardı ama sanırım o uykusuzluk problemini halletmişti. Dün havuzdan yarı çıplak odama döndüğümde ne olur ne olmaz onu dürterek uyanık olup olmadığını kestirmeye çalışmıştım ama çocuk dev gibi uyuyordu. Evrim Hanım ona her ne verdiyse işe yaramıştı demek ki.
Hastaları inceleyen gözlerim, bir anda Barış'ı farkedince duraksadı. Oradaydı, girişteki masalardan birinde oturuyordu. Yanında oturanlar ikisi kız, biri erkek olmakla, hastalardı. Kızlardan bir tanesi çok heyecanlı bir şekilde bir şey anlatıyordu ve diğer üçü, Barış da dahil, onu pür dikkat dinliyordu. Yetmiyormuş gibi, Barış'ın eli kızın omzunda duruyordu.
"Bunlar ne konuşuyor?" diye farkında bile olmadan sesli bir şekilde homurdandığımda Alican başını yemeğinden kaldırıp bana baktı. Daha sonra gözlerimi kilitlediğim noktayı farkedince başını o yöne çevirdi.
"Klasik Barış Hoca işte." dedi omuz silkerek.
"Nasıl yani?" diye gözlerimi Barış'tan ayırıp ona çevirdiğimde ilgisizce baktı yüzüme.
"Hastalarla ilgileniyor. Hatta burada hastaları en çok umursayan kişi o. Arada sırada yemekhaneye gelir, rastgele bir grupla oturur sohbet eder. Kendini nasıl hissediyorsun, rahat mısın, bir şeye ihtiyacın var mı, bir problemin var mı, gibisinden sorular falan sorar. Öyle şeyler işte." diye açıkladı.
"Cidden mi?"
Alican onaylacıyı bir ses çıkardığında kaşlarımı kaldırdım. "Başka ne biliyorsun onun hakkında?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MECZUP
Mystery / ThrillerBir akıl hastanesi düşünün...Çalışanları tuhaf, yemekleri tuhaf, hastaları tuhaf...Ortada bir şeyler dönüyor, herkes farkında ama kimse ne olduğunu sorgulamıyor...Neden susuyorlar? Kimden korkuyorlar? Belli değil. Şimdi ise geleceği parlak, zeki bir...