Saatin kaç olduğu konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Tek bildiğim sabah ezanın kısa süre önce okunmuş olması ve havanın hala karanlık olduğuydu. Soğuktan titrememe rağmen üzerimde incecik bir hırkayla evin balkonunda oturuyordum. Parmaklarımın arasında ise artık kaçıncı olduğunu bilmediğim sigara dalı duruyordu.
Gece saat iki gibi dönmüştüm eve. Dün gece her şey o kadar hızlı gelişmişti ki olan biteni mantığıma sığdırmakta zorlanıyordum. Tüm vize haftası yorgunluğum, sınav endişelerim, uykusuzluğum, hepsi hissettiğim korkunun gölgesinde yok olmuştu dün gece.
Yunus Emre'ye sandalyeyle vurduktan sonra bayılmıştı. Etrafta kopan korku çığlığından ve onun yere yığılışından sonra neler olduğunu tam hatırlamıyordum çünkü şoka girmiştim. Birilerinin ambulansı, birilerinin polisi aradığını, kütüphane görevlisi kadının yardım çağırmak için koşuşunu ve Burak'ın suratımın tam ortasına yumruk atışını hatırlıyordum sadece.
Sonrasında zaten emniyete götürülmüştüm. İçine düşmüş olduğum duruma, bir suçlu olarak emniyete götürüldüğüme inanmak zordu benim için. Hayatımın belki de en korkunç saatlerini orada geçirdim, çünkü tam altı saat boyunca hiçbir haber almadan, elimde kanayan burnuma bastırmam için verdikleri buz paketiyle bekletildim.
İçimdeki endişenin iki nedeni vardı. İlk korkum Yunus Emre'nin ciddi bir şeyinin olmasıydı. Her ne kadar ondan nefret etsem de birinin vücuduna kalıcı zarar vermiş olmam gerçeğiyle yaşayamazdım. Ve bunun yanında hapse düşme korkusu da geliyordu.
İkinci korkum ise okuldan atılacağım gerçeğiydi. Belki atılmayıp ciddi bir disiplin cezası almakla yırtma olasılığım olabilirdi ama dün gece birileri kavgamızı videoya çekmişti. Üstelik bu yetmezmiş gibi video gece içinde tüm sosyal medya mecralarında paylaşılmış, konuşulmuştu. Üniversitenin adına böyle leke getiren birisi olarak kendimi kapının önünde bulacağım gerçeğini kabullenmiştim artık.
Emniyette beklerken gece saat bir sularında Yunus Emre'nin hastanede bilincinin yerine geldiği haberini aldım. İyiymiş ve ciddi bir şeyi yokmuş. Daha ilginç olanı ise hakkımda şikayette bulunmamış olmasıydı. Paranoyak olduğum için bunun altında bir şeyler aramıştım elbette, Yunus Emre beni polise bırakmayıp kendi elleriyle intikam almak istemiştir diye düşünmüştüm ve bence çok mantıklıydı bu fikir.
Her şekilde, hakkımda şikayet bulunmadığı için gece serbest bırakıldım ve ağzım yüzüm patlak bir halde eve döndüm. Gizem geç saatlere kadar uyumayıp beni beklemişti ve onu görmemle saatlerdir geri tuttuğum ağlamamı serbest bırakmıştım.
Bütün emeklerim, üniversite hayatım, yurtdışı hayallerim, düşlediğim gelecek...hepsinin tek bir hatayla avuçlarımın arasında kayıp gitmesini kabullenmek zordu benim için. Ne yapacaktım bundan sonra? Hayatıma nasıl devam edecektim? Benim bütün umutlarım bu üniversitenin üzerine kuruluyken şimdi elimde koca bir hiçlikle ortada kalmıştım.
Ve bunları düşündükçe ağlamam daha şiddetleniyordu. Gizem'in bana sarılışları ve sakinleştirme çabaları bir işe yaramıyordu. En sonunda pes edip uyumaya gitmişti, ne de olsa benden farklı olarak onun sabah girmesi gereken bir dersi vardı.
Gizem gittikten sonra balkona koyduğumuz eski, kahverengi koltuğa çökmüş ve üst üste sigara yakarak oturduğumuz sokağı izlemeye koyulmuştum. Güneş doğana kadar yerimden kıpırdamamıştım bile.
Pantolonumun cebinde bir titreşim hissettiğimde saatlerdir daldığım dünyadan ayılmış gibi oldum. Telefonumu cebimden çıkarıp ekrana baktığımda saatin artık sekiz olmasına şaşırmıştım. Tanımadığım bir numaradan aranıyordum, muhtemelen rektörlüktendi. Ekranı yan kaydırıp telefonu kulağıma götürdüm ve güçsüz çıkan sesimle "Alo?" dedim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MECZUP
Mystery / ThrillerBir akıl hastanesi düşünün...Çalışanları tuhaf, yemekleri tuhaf, hastaları tuhaf...Ortada bir şeyler dönüyor, herkes farkında ama kimse ne olduğunu sorgulamıyor...Neden susuyorlar? Kimden korkuyorlar? Belli değil. Şimdi ise geleceği parlak, zeki bir...