"Beş tane tişört, gri kazağım, iki eşofman altı, yırtık kotlarım, siyah botlarım, yeşil hırkam, on çift çorap...Başka ne kaldı?" diye sordum alnımı kaşıyarak.
Saat sabah altı buçuktu. İzmir'den İstanbul'a gelirken eşyalarımı getirdiğim, eski kırmızı bavulum yatağımın üzerinde açık bir şekilde duruyordu ve şu an ağzına kadar doluydu. Eğer bir şey unuttuysam bile sığdırabileceğimi sanmıyordum.
"Bu kadar giysiye ihtiyacın olacağına emin misin?" diye sordu Gizem, ciddi bir sesle. Aslında değildim. Terapi merkezinde giysi konusunda bir kural olup olmadığını bilmiyordum, belki de hepimizi beyaz bornozlarla falan dolaşmaya zorlayacaklardı. Yine de ne olur, ne olmaz diye toplamıştım bavulu.
"Değilim ama her ihtimale karşı hazır olmam lazım." dedim, bir yandan hala bir şey unutup unutmadığımı düşünürken.
"İç çamaşırlarını aldın mı?"
"Hem de on beş tane. Kendimi unuturum, onları unutmam." diye başımı salladım. Gizem kısık sesle gülüp "İyi bari. Kapat o zaman şunu." diyerek odamdan çıktı.
Ah, evet bir de bu illeti kapatmam lazımdı.
Beş dakika uğraştıktan sonra normal bir şekilde fermuarı kapatamayacağımı anladım ve son çare olarak bir ayağımı yatağın üzerine koyup, vücudumu bavulun üzerine yatırdım. Gövdemle bavulu bastırırken fermuarı çektim ve sonunda kapandığında kendimi zafer kazanmış gibi hissediyordum."Can!" diye Gizem seslendi bana mutfaktan. "Barış gelmeden gel otur bir şeyler ye. Yola aç çıkarsan miden bulanacak!"
Cebimden telefonumu çıkarıp saati kontrol ettiğimde Barış'ın gelmesine daha yirmi dakika olduğunu gördüm. Gizem haklıydı, kahvaltı yapmazsam arabada midem bulanacaktı. Özellikle uzun bir yolculuk yapıyorsak durum benim için daha vahimdi. Birkaç kez arabayı durdurup kustuğum bile olmuştu eskiden. Bugün Barış'ın yanında böyle bir rezalet yaşamak istemediğim için koşarak mutfağa gittim.
Sofrada benim için hazır bekleyen peynirli poğaçaları ve dumanı tüten çayı görünce ellerimi birbirine sürtüp "Harikasın Gizo'm." diye mırıldanarak masaya oturdum.
"Afiyet olsun tosunuma." diye Gizem de kendi çayını alıp önüme oturdu.
Bir anda onunla yaptığım son kahvaltı olduğunun farkına varınca içim burkuldu. Ayrı kaldığımızda, orada yeni insanlarla tanışınca muhtemelen onu özlemeyecektim, ama alıştığım şeyleri son kez yapınca gereksiz bir hüzün yaşardım hep. Ama hayır, kahvaltılarımızı, akşamları yüzümüze maske yapmayı, haftasonları beraber youtube'dan Aşk-ı Memnu'nun eski bölümlerini izlemeyi ve birlikte yaptığımız daha birçok şeyi kesinlikle özleyecektim.
Dün gece annemi arayıp ona durumu anlatmaya çalışmıştım. Annemler İzmir'de oturuyordu, zaten üniversiteye başladığımdan beri yılda en fazla iki-üç kere görüyordum onları. Yine de haberi olsun diye telefonda ona olayları en başından anlatmıştım. Şaşırma ve kızma evrelerini geçtikten sonra başka çarem olmadığını anlayıp kabullenmişti durumu. Oradayken onu sık sık aramamı ve beni ziyarete geleceğini söylemişti. Mübarek sanki hapishaneye gidiyormuşum gibi konuşuyordu.
Çayımdan bir yudum daha alırken Gizem'in bana bakarak bıyık altından güldüğünü farkettim.
"Ne?" diye sordum kaşlarımı kaldırarak.
"Yok bir şey, ye yemeğini. Nasıl olsa orada da seni yamyamlar yiyecek." diyip gülmeye başladığında gözlerimi devirdim.
Evet, sabah kalktıktan sonra beraber bavulumu hazırlarken Gizem'e şu yamyam tarikatı olayını ve ortadan kaybolan çocuğu anlatmıştım. Ben anlatırken gayet ciddiydim ve onun da ciddi bir tepki vermesini bekliyordum ama Gizem'in tek yaptığı yarıla yarıla gülmek olmuştu. Sabahtan beri de dalga geçip duruyordu benimle.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MECZUP
Mystery / ThrillerBir akıl hastanesi düşünün...Çalışanları tuhaf, yemekleri tuhaf, hastaları tuhaf...Ortada bir şeyler dönüyor, herkes farkında ama kimse ne olduğunu sorgulamıyor...Neden susuyorlar? Kimden korkuyorlar? Belli değil. Şimdi ise geleceği parlak, zeki bir...