Birinci atış, ıska. Düşünceler kafasının içinde dağılıp onu delirtene kadar kıvrandırıyor.
İkinci atış, yarı isabet. Düşünceler silahtan çıkan mermi kadar hızlı bir şekilde bir balık sürüsünü andırarak hızla birbirlerinden ayrılıyor.
Üçüncü atış, ıska.
Dördüncü atış, hedef vurularak yere düşüyor. Düşünceler tamamen kayboluyor. Sadece rüzgarın boğuk şarkısı, sadece tanıdık bir koku. Sadece bir çuval parçası.
İçi dolu çuval boş arazide yere devriliyor, genç adamın kafası artık tamamen bomboş. Hiçbir şey düşünmüyor, hiçbir şey hissetmiyor ya da hiçbir şey görmüyor. Sanki kendisini vurmuş gibi, hareketsiz duruyor ve gözleri boşluğa bakıyor.
Çünkü gerçekten kendisini vurdu, çünkü gerçekten bedeni çimenlerin arasına uzandı ve çimenler onun bedenini yalayıp bir bataklık gibi bedeni kendi içine çekti.
Bir süre hiçbir şey olmadı, üç çift göz birbirlerine öylece anlamsız bakışlar yolladı. Aslında hayır, hiçbir bakış anlamsız değildi.
Uzun olanın elleri titremeye başlamıştı. İşte, sevdiğini ölüme gönderen adam tam karşısında kendi sevdiği adamı kurtarmak için buraya gelmişti ve işte yine bu adam, göz göre göre ölüme gidiyordu. Gözleri ihtirasla parlıyor, elleri heyecandan titriyordu.
İşte, öldürecekti. Herkesi öldürecekti ve bu anlamsız yolculuğun bir şekilde sonuna gelecekti. Her şey sona erecekti, belki de sonu hiç olacaktı ama bu hiç onun bir anlık mutluluğuna - ah hayır, onu öldürünce mutlu olmayacaktı ki. Sadece bedelini ödetecekti, mutlu olması manasızdı. Öyleyse neden elleri böylesine asice titriyordu?
Kapıda dikilenin gözleri korkuyla harmanlanmış nefret ve acıma içeriyordu. Eline koca bir hiç geçmişti, bunu çok iyi hissediyordu. Tanrısının nimeti ile oynamıştı o, yapmaması gerekirdi ama yapmıştı işte. Günahların şehveti yüzünden bu hale gelmişti, aslında bunu hak ediyordu ama sevdiği adam o sandalyede olur da can verirse, bu çok acımasızca olurdu.
Oysa kendi de birilerini öldürürken oldukça acımasız değil miydi?
Haksızlıktı, öyle değil mi? Öyleyse Chan'ın ölümünü nasıl bu kadar çabuk atlatıp, üstüne birkaç ceset daha yığmıştı?
Önce kendi ölü bedenini Chan'ın üstüne atmış, en son da Jisung'u eklemişti ve birazdan Woojin de buna eklenecekti.
Sandalyedekinin gözlerindeyse sadece korku vardı. Ne özlem, ne acıma, ne de nefret. Saf korku vardı ve bedeni öylesine titrerken başka bir şey hissetmesine imkan yoktu. Sadece bunların sona ermesini istiyordu, hepsi bu. Artık hiçbir şey istemiyordu hayattan. Minhyuk'u ondan alan hayat şimdi de Minho'yu ondan geri alacaktı. Ya da, Minho bunu bizzat kendisi yapacaktı.
O an ortadan kaybolmak dışında hiçbir şey istediği yoktu, cidden yoktu. Hele de Woojin'in belindeki silah birazdan oradan ayrılıp patlayacakken, istediği hiçbir şey yoktu. Olacakları görmemek için Woojin'in ilk onu vurmasına bile razıydı, yeter ki her şey son bulsun.
Aslında üçü de aynı şeyi isterken işlerin öbür türlü son bulması pek olası gözükmüyordu. Woojin tetiği çekecek, Minho ölecek ve Jisung bunu kavrayana kadar Woojin bir de kendisine sıkıp bu işi bitirecekti.
Böylece Minho sevgilisinin ölümünü görmeden ölüp huzura erecek, Jisung ise önündeki iki cesetle birileri gelene kadar aklını kaybedecekti.
Woojin elinde olsa ilk Jisung'u vururdu ama Jisung ile hiçbir zoru yoktu. Onu salabilirdi ama Minho da bu sefer beklenmedik bir hamlede bulunabilirdi. Bu yüzden Jisung istese de istemese de Minho'nun ölümünü görecekti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Villainous | Minsung
Fiksi PenggemarMinho satanistti ve Jisung onu meleklerin varlığına inandıracak tek kişiydi.