11. Bölüm

272 22 5
                                    



"Şimdi ne yapacaksın Wanheda, o çok değerli Heda'nın seni kurtarabileceğine mi inanıyorsun?" Dedi ses tonuyla alay kıvılcımları saçarak. Koyu kestane rengindeki, omzunun bir karış altına gelen saçlarını savurdu ve alaycı davranışlarına devam etti.

Clarke'ın ağzına daha önceden geçirmiş olduğu bezi çıkarmadan önce gözlerindeki bağı çözdü ve ona nefretle bakan gözlerini büyük bir muziplikle izlemeye koyuldu. Nefretten beslenmeyi ve insanları deli etmeye bayılıyordu ama tek bayıldığı nokta bu değildi, bu işte oldukça kârlıydı.

Clarke içindeki nefreti kusmak için ağzını açacağı sırada koyu kestane saçlı ve kahverengi gözlü genç kız Clarke'ın ağzına bezi tekrardan tıktı. Gülerek devam etti,

"Üzgünüm tatlım, senin önemli birine ulaşana kadar canlı kalman gerek. Bende seni öldürmek ve gücünü elde etmek isterdim ama bu güç sadece Kraliçe Nia'ya ait olmalı."

Clarke duyduğu o isimle gözlerini açtı, Kraliçe Nia oldukça kindar, tuttuğunu koparan, ihtiras peşinde koşan ve çok acımasız bir kadındı. Kendi oğlunu bile gözünü kırpmadan halkı için en iyisi olduğunu düşündüğünden topraklarından sürmüştü.

Clarke korkmuyordu ama içindeki ses bu sefer her şeyin bittiğini ve onu Lexa'nın bile kurtaramayacağını söylüyordu. İşin tam olarak bittiği yer bu olsa gerekti.

Yüzündeki kabarık yaraları ve dudağındaki korkunç gülümseme koyu kestane saçlı kızın sert bir görünüm kazanmasını sağlıyordu. Yaraları yüzünün her tarafındaydı, yanaklarında alnında ve alnının her iki tarafında.

"Size bir mektup gönderdik Wanheda ama siz buna uymadınız," diyerek ekledi ayakta volta atıp birisinin gelmesini bekliyormuşçasına.

"Görsün bakalım Lexa, Çakma Costia'nın bu sefer kafasını da bulabilecek mi?" Diye kendi kendine geveliyordu, geçen her saniye sanki ortamı daha da geriyordu.

"Hoşuna gitmedi mi Çakma Costia!" Diyerek Clarke'ın üzerine doğru yürüdü ve yüzünü onun nefretle bakan gözlerinin içine soktu burunları birbirine neredeyse değiyordu aralarında milimler vardı.

Koyu kestane saçlı ve bazı kısımlarından küçük küçük örgüler yapılmış kız Clarke'ın sol gözünün altına, yanağına bir yumruk attı ve sonrada burnuna. Kendini tutamıyormuş gibi Clarke'a yumruklar saçıyor, saçından tutarak tekrar kendine çevirip tekrardan vuruyordu. Birkaç dakika boyunca bu kısır döngü devam etti, Clarke'ın yüzü kana bulanmıştı, burnu ve dudağının kenarı hâlâ daha kanıyordu ve yanakları mosmor olmuştu. Acı dolu inlemeleri bulundukları iğrenç yerde yankılanıyordu. Kız tekrardan yumruk olmuş elini kaldırdığı sırada arkadan bir ses duyuldu,

"Ontari," ses hiddetli ve ciddi bir şekilde genç kıza emir verircesine yöneltilmişti. Ontari olarak bahsedilen koyu kestane saçlı ve yüzünde derin yaralar olan kız kafasını sesin geldiği tarafa doğru çevirdi. Gördüğü yüz ile kendine gelerek kana bulanmış yumruklarını arkasına sakladı yaptığı şeyi ört-bas etmeye çalışırmış gibi. Ama Clarke'ın yüzü zaten kan gölünden farksızdı.

"Onu canlı istediğimi söylediğimi hatırlıyorum, Ontari." Dedi güçlü çıkan sesiyle ve ciddi asker adımlarıyla iki genç kızın yanına doğru yaklaştı. Yürürken arkadan esen rüzgar omzunun iki tarafından aşağı süzülen tüylü postu ahenkle uçuşturuyordu. Gözlerindeki ruh emici buz mavisi bakışları her iki genç kızıda dondurmuş ve hapis almıştı. Bakışlarıyla bile öldürme yeteneği vardı sanki, ürkütücüydü.

"Ah,üzgünüm efendim içimde tutamadım." Dedi Ontari ve mahçup şekilde başını öne eğerken ellerini önünde kavuşturdu.

"Sabır, Azgeda'nın üç altın kuralından biridir Ontari, öfkene yenik düşmemek ve mantıklı kararlar almak için eğitildin dört yaşından beridir bunun için," Kraliçe ses tonuyla daha da fazlasını anlattığını düşündü. Ontari'ye eliyle işaret verdiğinde Ontari bulundukları örümcek ağları kaplı, küflü duvarlarla çevrili ve basık havasında eğer biraz daha kalırlarsa muhtemel olarak bayılabilecekleri kadar kötü kokan bu terk edilmiş gibi duran evden çıktığında Kraliçe Clarke'a doğru yaklaşmaya başladı.

"Wanheda, nam-ı diğer Ölüm Kumandanı, hangisini tercih ediyorsun, ya da dur bakalım ölüm kumandanı mısın yoksa ölümün kumandanı mı?" Diyerek Clarke'ın sabrını ölçercesine konuştu ve tabii ki devamda edecekti.

Clarke'ın ağzındaki bezden rahat konuşamadığını anladığında yanına ilerleyip bezi çıkardı ve Clarke'ın hiddetle çıkan sesi onu sevindiriyordu.

"Seni pislik! Seni öldüreceğim! Ölüm kumandanını mı istiyorsun ha! Al işte burdayım!" Diyerek kükrediğinde Kraliçe Nia adeta zevkten dört köşe olmuştu çünkü bu sarışın ahmak kız öfkesini içinde tutamayıp her tarafa saçan bir aptaldı. Tutarsız davranışlarıyla da kendisini alt edebileceğini düşünmüyordu.

Clarke'ın yanına doğru iyice sokuldu ve cümlelerine devam etti,
"Biliyorum tatlım, herkes sonunun Costia kadar şaşalı bitmesini ister ancak Lexa senin saç telini dahi bulamayacak!" Kraliçe Nia'nın sözleriyle adeta donup kalan Clarke onun ne dediğini anlamaya çalışıyor gibiydi. Costia'ya ne olmuştu ve o kimdi? Hiçbir şey bilmediğini düşündü. Ama bildiği zamanda insanların öldüğünü de hatırladı o yüzden bilmemeye ve sessizce kaderine yenik düşmeye karar verdi. Artık onun sonuydu. Wanheda'nın sonu bugündü.

"Muhafızlar!" Diyerek içeri birkaç kişinin girmesine işaret verdi Kraliçe Nia ve Clarke'ın kollarından tuttukları gibi götürmeye çalıştılar ama Clarke içindeki inançtan kopmak istemiyordu. Bu yüzden biraz daha üstelemeyi denedi direnmeye çalıştı. Ama nafileydi her iki kolundan tutan iki tanede kas yığını güçlerini sanki Clarke'ın üstünde kullanıyorlardı.

"Direnmeyi kes Wanheda seni yeni evine götüreceğiz, orada çok daha mutlu olacaksın!" Diyerek olayı daha da mantıksızlaştırdı Kraliçe Nia, neden bahsettiğini anlamak zordu. Hoş, anlaşılmasını da ister bir hali de yoktu.

Küf kokusundan güneşin neredeyse en tepeye ulaşacağı zamanda terkedilmiş köy evinden çıktıklarında Clarke içinde derin derin oksijen çekiyordu. Buna ihtiyacı vardı, o tatlı kokulu oksijen beynini açmış ve saçmalamamasını ve direnmesi gerektiğini söylemiyor adeta emir veriyordu. Ama bir plana ihtiyacı vardı Kraliçe Nia öfkeden besleniyor ve 'sabır' kelimesine çok vurgu yapıyordu.

Clarke bunları göz önünde bulundurarak Kraliçe Nia'nın sarayına gidene kadar plan yapmaya çalıştı ama açlıktan beyni çalışmıyordu ve ayrıca çokta susamıştı. İnsani ihtiyaçlarının onun plan yapmasını engellediğinden yumruğunu sıktı.

Sarayın içine girdiler adeta masallarındaki Buz Kraliçesini aratmıyordu sonuçta Azgeda aynı zamanda da Buz Ulusuydu. Beyazla gri arası mermer taşlarıyla bezenmiş zeminde kırılmış ve bazı tarafları onarılmaya çalışılmış betondan sıva renginde bir çeşme vardı. Çeşmenin içindeyse bir Goril heykeli, yoksa Pauna mı demeliydi? Gorilin iki tarafa kollarını açmış ve ellerinden sular akıyordu. Çeşmedeki su Pauna'nın elinden çıkıyor ve tekrardan çeşmenin havuzuna akarak devir daime devam ediyordu. Aklına geldiği üzere Lexa ona, Azgeda'nın Pauna'dan hep kaçtığını söylemişti. Çeşmesinde heykelini yaptıracak kadar çok mu seviyordu oysa.

Kraliçe Nia, çeşmenin her iki tarafından yukarı doğru uzanan merdivenlerin tam ortasında bir tahtta oturuyordu. Elini kaldırarak Wanheda'nın muhafızlar sayesinde önünde diz çökmesini sağladı.

"Azgeda, halkı için en iyisini yapacağız ve Wanheda'yı gücümüzün büyüklüğünü göstermek için adak edeceğiz." Dedi ve oturduğu yerden ayağa kalktı.

"Akşama hazırlık yapın ve Wanheda'yı hazırlayın." Derken sağ merdivenden aşağı indi ve çeşmenin yanına geldiğinde durdu ve Clarke'ın sol kolunun üzerindeki 13. Klan simgesini gördü. Kaşlarını çatarak aldığı en önemli ve büyük kararı bu akşam uygulayacakları için derin bir nefes aldı,

"Onu zindana kapatın!" Diyerek emir verdi. Clarke duyduğu şeyle dejavu olmuştu, yeniden zindana mı kapatılacaktı. Kötü tarafıysa sesini duyabileceği birilerinin olmayışıydı.

Wanheda zindana götürülmeden önce kim tarafından olduğu bilinmeyen bir ses duyuldu.
Ses çok buğulu ve zar zor seçiliyordu,

"Pauna'yı öldüren Wanheda değildi, Heda'ydı," Clarke sesin yönüne göz ucuyla bakabilecek zamanı bulduğunda, Bay R'nin yüzünü görüp görmediğine emin olmaya çalışıyordu.

Why didn't say it?Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin