23. Bölüm

204 20 8
                                    


Yine geçen seferki yerde, yani bir hücredeydim. Soğuk hücre dejavu olmamı sağlarken bu sefer beni ısıtacak birinin olmayışının tokat gibi yüzüme çarpmasını hiçbir şey engelleyemezdi.

Anladığım tek şey, mutluluğun göreceli oluşuydu: geçen gece halkım 13. Klana düzenlenen bir seremoniyle dahil olmuş ve gecesinde Lexa beni fazlasıyla şaşırtarak yemin etmişti. Bir daha olmaması için, ihanet etmemesi için, Weather Dağındaki gibi.

O önümde eğildiğinde fazlasıyla şaşkın olsamda bir tarafım seviniyordu, söylediği sözler, ayinde yaptığı konuşmalar, Bellamy ve grubu halkından üç yüz masum kişiyi katletse bile yine de barışı seçmesi. Geleneklerine, "Jus drein jus daun," a karşı çıkması, neden diye sordum kendime. Ama aklımda hiçbir yanıt yoktu.

Kısacası dün olan her şey, Lexa'nın yaptığı her şey için fazlasıyla mutluydum ama bugün mutluluğun gelip geçici olduğunu bana yine hatırlatıyordu. Lynn gölüne bir ipucu bulmak için gitmem, sonrasında hiçbir şey bulamamam ve sonrasında Ontari adında bir kızın beni kaçırması, kim olduğunu dahi bilmediğim Costia adında bahsettikleri kişi.

Yaşadığım mutluluğun ardından gelen bu durumu en iyi şekilde anlatacak olursam güneşli bir havada durduk yere fırtınanın başlaması gibiydi. Ancak ilginç olanıysa bu fırtınanın kesinlikle durduk yere olmadığını bilmemdi. İç güdüsel olarak hissettiğim bu şeyin hiç iyi sonuçlanmayacağını biliyordum, ama neye dayandığı meçhuldü.

Beynimin içindeki çarkların birbiri içinden geçme sesi, hücrenin demir kapısının açıldığını gösteren sesle yenilgiye uğrayarak buhar olup uçtu. Eğdiğim kafamı sesin geldiği yöne doğru çevirdim. Belkide karşımda onun hariç herkesi bekliyor olabilirdim, Lexa'yı bile, ama onun beni hangi mantıkla burada olduğumu bulacağını merak ediyordum doğrusu sonuçta sabahın en erken saatlerinde ona hiçbir şey söylemeyerek beraber yattığımız yataktan çıkıp gitmiştim. Kendimi sırf bu yüzden bile suçlu hissediyordum, onu terk etmiş gibi hissetmem normal miydi? Bu duygunun nereye vardığını gözlemleyemiyordum bile.

Gözlerime şaşkınlık ifadesi düştüğüne emindim, karşımdaki dudaklarda bunu kanıtlarcasına tebessümle kıvrıldı. Elini bana uzatarak oturduğum soğuk taştan kalkmamı sağladı ve uyuşan bacaklarımdan dolayı bir süre ayakta durmamda yardımcı oldu. Ona minnettar bir şekilde gülümsedim. Hâlâ inanamıyordum.

"Burada olmamalısın,"dedim ama bu sanki daha çok ağzımdan bir soru gibi çıktı. Bu tepkime kaşlarını çatarken konuşmak için ağzını açtı.

"Konuşacak vakit yok Clarke, gitmelisin," sesi gür ve ciddiydi aynı kendisi gibi.

"Neler oluyor, gerçekten anlamıyorum," diyerek Kraliçe Nia'nın dediklerinden bahsettim.

"Gittiğim yerde mutlu olacağımı söylüyordu." Dedim ve devam ettim.
"Sanki...beni öldüremeyeceğine sinirli gibiydi." Dediğimden ben bile emin değilken yüzündeki mimiklerin değişimini izledim. Değişen mimikler endişelenmemi ciddi manada arttırdı. Bir şeyler bildiği barizdi ve açıklamasını istiyordum...dürüstçe.

"S...sorun ne?" Diyerek sesimin titremesine engel olamayarak sordum. Duyacaklarımdan korkuyordum ama o tek kelime dahi etmeden beni kolumdan tuttuğu gibi hücreden çıkarmaya yeltendiğinde şaşırarak,

"Bay R," dedim bana bakmadı, durum ciddiydi. Sözlerimi tekrarladığımda,

"Roan," dedi ilk başta ne demek istediğini anlamazken söylediği ismin baş harfinden onun adı olduğunu geçte olsa anladım. Beni hâlâ kolumdan çekeleştirirken karanlık bir koridora doğru gitmeye başladık.

"Nereye gidiyoruz?" Diyerek korkuyu ses tonuma istemedende olsa karışmasına engel olamadım.

Bana cevap vermek için ağzını açtığı sırada lafın ağzına tıkılmasını sağlayan şey tam tersi koridordan gelen ritimli ayak sesleriydi.

"Savaşçılar geliyor!" Dedi sesindeki hiddet kısık tondada olsa anlaşılıyordu.

"Hemen gitmelisin, bu yönden, karanlığı takip et, mutlaka aydınlanmanı sağlayacak bir şey bulacaksın," dediğinde ne demek istediğini anlamıyordum. Ama buna mecbur olduğumu biliyordum. Tereddütle ona bakarak,

"Ya sen?" Dedim ve ona ihanet edermiş gibi arkamda bırakmak istemiyordum.

Kısa bir süre dudaklarında varlığıyla yokluğu bir olan tebessümün varlığına inandım.
"Benim için endişelenme," dedikten sonra daha çok yaklaşan savaşçıların ayak sesiyle beni karanlık koridora doğru ittirdi.

Arkama bakmadan koşmamı söyledi ve ben koşarken savaşçıların çoktan oraya vardığı duran ayak seslerinden anladım. Sesler buğulu şekilde gelirken ne konuştuklarını anlamıyordum.

Dar, uzun ve kapkaranlık bir koridorda belkide dakikalarca koşuyordum, ancak hiçbir ışık belirtisi yoktu. Roan belkide inanmak istediğim şeyden bahsetmişti.

Bacaklarımın daha fazla beni taşıyamamasıyla beraber yere kayarak düştüm. Gözlerim karanlığın daha da karanlık olabileceğini düşünebilirmiş gibi kapandı. Işığa ihtiyacım vardı ve o ışığı bulmam için ne yapacağımı bilmesemde hissetmem gerekti.

Gözlerimi yumduğum an aklıma yansıyan görüntülerle zihnin bir tık aydınlanma yaşadı. Beni korumak için uçurumdan atlayan Lexa'nın aslında ölmediğini ve mucizevi bir şekilde kurtulduğunu anladığım andı bu. O an hayatımda en mutlu olduğum an bile olabilirdi çünkü o yaşıyordu ve bundan daha önemli hiçbir şey olamazdı.

Sıra ikinciye gelirken durakladım. Konsantrem kısa bir süreliğine bozulurken gözlerim açıldı ve yeniden kapandı. Azda olsa beliren ışık tamamen kaybolmuştu. Bu umudumu kırsada yılmadan devam etmekte kararlıydım.

İkinci kısma geldim, beynim beni yönlendiriyor gibiydi. Lexa'nın beni kurtarmak için uçurumdan atlayıp yaşadığını anladığım andan sonra bir mağaraya girdik. Mağarada olan çok şey vardı ama tek bir tanesi kalbimin delicesine çarpmasını sağlıyordu.

Zihnimde az öncekinden daha parlak bir görüntü belirdi, Lexa'nın burkulan ayak bileği için topladığım yosunları kaynatmak için bir türlü ateş yakamıyordum. Bana yardım etmek isteyen Lexa ve onu yanıma ani bir kuvvetle çekişim sayesinde üzerime düşüyordu. Dudaklarının tadını ilk kez tattığım zamandı, tadı çilek gibiydi. Kendine has bir aroması var gibiydi. Dudaklarını ve tadını düşündüğümde dudaklarımı ısırdığımı yeni fark ediyordum bu düşünceyle zihnimdeki ışık daha çok yandı ve sanki binlerce vatlık elektrik santrali gibiydi.

Gözüm kapalıydı ve ayağa, uyuşması geçen bacaklarımla, taş duvardan destek alarak kalktım. Koridorda doğru mu yanlış mı olduğunu bilmediğim bir yönde ilerliyordum ve gözlerimi kesinlikle açmamıştım. Konsantremi kesinlikle bozmuyordum.

Roan'ın dediklerini şimdi anlıyordum, demek istediği ışık aslında inançtı. Karanlığın yani umutsuzluğun içinde binlerce vatlık elektrik santrali gibi parlayan inanç. Umuda olan inancımla gözlerim kapalı şekilde çıkışa ulaşma çabamla dosdoğru ilerledim.

Ellerim dengemi sağlamak için taş duvarda sürtünerek ilerleme katetmemi sağlıyordu. O kadar inandım ki, kurtulacağıma o kadar inandım ki,

Tam karşımdan gelen ayak seslerine bile gözlerimi açmadım. Zihnimdeki aydınlığı yok edecek karanlıkla umudumu tekrardan bastırarak inancımı zedelemek istemiyordum.

Taş duvar desteğiyle ilerlerken tanıdık bir ses duydum.
"Clarke." Sesi çok heyecanlıydı ama aynı zamanda da sorgular gibiydi.

Sonunda gözlerimi açtığımda inancımın sahibini gördüm, karanlık koridorda olsak bile gülümsemesi zihnime kazınmıştı.

"Lexa?!"

Ona doğru hızla hareket ederek aramızdaki mesafeyi kapattım. Kollarımı sıkıca boynuna dolarken belimdeki sıkı kollar güven veriyordu.Kokusu huzur veriyordu. Huzurla güvenin hiç yan yana olduğunu bu zamana kadar görmemiştim. Belkide görmüştüm ama uzun zamandır hissetmediğim bu duyguyu unutmuştum.

"Özür dilerim, özür dilerim,özür dilerim." Sesim mırıltılı olarak çıkarken gözlerimden yaşlar boşaldığını biliyordum.

"Dileme,"

Why didn't say it?Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin