25. Bölüm

211 24 12
                                    

2 ay sonrası...

Arkadia

Ellerim kendime zarar vermeyecek kadar birbirine sıkıca bağlanmıştı, etrafımda hiçbir kesici aletin bulunmadığına emin olmak için saat başı kaldığım küçük ve güneş ışığının dahi girmediği odaya nöbetçiler uğruyordu. Yaklaşık otuz beş gündür burada kaldığımı duvara tırnaklarımla kazıdığım çetele sayılarından anladım. Parmaklarımın ucunun sızlamasıda bu nedenden olmalıydı. Sıva rengindeki duvarda çetele sayıları haricinde tırnağımla kazıdığımdan dolayı kırıldıktan hemen sonra parmağımın tahriş olması sebebiyle duvardaki kırmızılığın nedeni açıklığa kavuşuyordu.

Odamın kapısının açıldığını duyduğumda derin bir nefes alarak gözlerimi kapattım. Lanet olsun! Gözlerimi asla kapatmamalıydım. Gözlerimi her kapatışımda onu görüyordum. Gülümseyen yüzünü...dolgun dudaklarını...yemyeşil gözlerini...ona ölmeden önce bir kez bile 'seni seviyorum' diyemeyişimi görüyordum. Daha doğrusu ona kuru bir şekilde 'seni seviyorum,' demiştim ama bu içimdeki sevgiyi aktaran bir cümleden çok bir dua gibiydi ve muhtemelen kabul olmamıştı. Gördüklerimin, görmediklerim kadar korkunç bir tarafı yoktu. Görmediklerimse onun şu anda ne yaptığıydı. Acaba son yolculuğuna kadar güvende miydi? En önemlisi mutlu muydu? Nasıl hissediyordu, orası karanlık mıydı? Soğuk muydu? Kalbimde hissettiğim sızı...sıklaşan nefesimle gözümden bir damla daha aktı.

Bana verdiği her sözü tutuyordu, tutmuştu da. Weather Dağındaki ihanetini unutturmak için elinden gelen her şeyi yaptı, ruhu artık bedeninde olmasa bile -asla öldüğünü kabul etmiyordum o kelime ona yakışmıyordu- ardından beni her zaman koşulsuz şartsız koruyacak yüzlerce insan bırakmıştı. Yokluğunda bile beni korumayı başarıyordu. Beni kurtarmak için...her şeyi göze alırdı, almıştı.

Ama bir konuda sözünü tutamıyordu. Tutmasını istediğim tek sözde oydu. "Her daim seninle olacağım," derken ona gerçekten inanmıştım. Ama o benimle değildi...ruhunu hissedemiyordum. Çizgi filmlerdeki gibi ruhunun gökyüzünden beni izlediğini hiçbir zaman hissedemiyordum. Ama bedenide benimle değildi. Tanrım...o nerdeydi? Bulunduğu ortam nasıldı.

Arka plandan gelen ses yoğundu...kulağıma ardı arkası kesilmeyen ismimin anonsu devam ederken dikkatimi sesin geldiğini yöne vererek bakışlarımı oraya çevirdim.

"Kendini nasıl hissediyorsun?" Annem biz henüz ARK'tayken doktorluğun biyolojik kısmından sonra psikolojik kısmıyla da ilgili olarak dersler almıştı. İnsan psikolojisinin biyolojik açıdan iyileşmesinde büyük katkı sağladığını düşünüyordu. Saçmaydı...bir psikolojim yoktu ne yazık ki. Psikoloji istemiyordum. Onu istiyordum, sadece onu.

"Hissetmiyorum," diyerek kestirip attım. Konuşmama şaşırarak tek kaşını kaldırdı ve elinde tuttuğunu yeni fark ettiğim defterine bir şeyler karaladı. Yüzünde küçük bir tebessüm oluştu.

"Büyük bir gelişme," dediğinde gözlerimi devirdim. Gelişme buysa sonuç kısmını hiç düşünemiyordum, berbat bir hâldeydim, annemde dahil olarak beni düzeltecek hiç kimse yoktu. Bir kişi hariç.

"Peki Clarke, günlük sorularımıza başlayalım," dedi ve kendimi anaokuluna başlayan ve her şeyden geri kalmış bir çocuk gibi hissettim.

"Yolda arabanla gittiğini düşün," dedi ve bu sorudan nefret ettiğimi bilmesine rağmen her gün soruyordu, hiçbir şekilde cevap alamasa da denemeye devam etmesi kusmama sebep olacaktı.

"Kırmızı ışıkta duramıyorsun ve birine çarpıyorsun, ambulansı arasan bile onlar ulaşana kadar çarptığın kişi ölüyor," dedi ve derin nefes alışverişlerimi takip etti.

"Ne hissediyorsun?" Dedi, gözümden bir damla yaş aktı.

"Suçluluk," diyerek mırıldandım.

Şaşırsada hızla yanıt verdi, "Ama ambulansı aradın ve elinden geleni yaptın," dedi yatıştıran bir ses tonunda.

Why didn't say it?Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin