İki şık, iki seçenek... Hayır hayır, iki uçurum, iki hapishane veya iki cehennemin arasında kalmıştım. Önümde Ateş arkamda Bedel vardı. Bu kadar yükü kaldıramıyordum. Dizlerimin titrediğini ve boğulduğumu hissettim. Sanki boğazımdan yukarı tırmanan bir şey beni aşağı çekiyordu. Kimse kıpırdamıyordu. İki yanımdaki gergin hattan başka aramızda şiddetli yağmur damlaları vardı.
Gecenin karanlığına karışan kara bulutlar, insanların kalplerindeki toz bulutlarının kırıntılarıydı ve bu şiddetle yağan yağmur, yalnızca insanların günahlarını temizlemek amacıyla yağabilirdi.
Muhtemelen sabah olmak üzereydi ama gök hala karanlıktı.
Yine kaybetmek beni kahrediyordu. Bulunduğum labirentte her defasında çıkmaza girmek nasıl bir duyguydu biliyorlar mıydı? Sahi suçum neydi?
Suçum olsa bile yalnızca tanrı tarafından yargılanmak isterdim.
Arabalar yanımdan hızla geçip giderken rüzgar, ıslak olmasına rağmen saçlarımı göğe uçuruyordu. Yüzüme yapışan saçları geri itmeye çalıştım ama nafileydi. Tüm anayolda sesim yankılanırken en acısı da Ateş ve Bedel'den başka kimsenin beni göremiyor olmasıydı. Ne yapacağımı bilmeksizin adımlarımı savuruyordum ortalığa. Ruhum arkasından tıpkı ıslak bir kağıt misali her adımımda biraz daha parçalanırken çaresizce kaçacak yer arıyordum ve biliyordum YOKTU...
Yavaş yavaş bir hareketlenme hissettiğimde tam da bu sahneden korkuyordum.
Onların adımlarının çıkardığı tok ses ve ardından gelen her bir adım kalbimi eziyordu. Hangi taraf daha iyiydi benim için? Bana olan sinirinden saldıracak bir şey arayan Bedel mi, yoksa hırsından ölen Ateş mi? Hangi taraf beni daha az öldürürdü? Peki ya zaten ölü olan biri kaç defa daha öldürülebilirdi?
Her defasında bir şekilde yeniden onun eline düşmüyor muydum? Peki şimdi amaçsız bir çabaya neden nefes tüketiyordum? Bedel beni kesin alamazdı ki bunu zaten istemezdim çünkü attığım tokadın acısının onun gururunu yerle bir ettiğinin farkındaydım.
Şu olaylardan tek anladığım benim ne yaparsam yapayım yenilen taraf olduğum ve yaptıklarımın ziyan olacağıydı. Ne olursa olsun ben aralarında gidip gelen kişiydim, ötesi yoktu.
Aklımdaki en büyük sorulardan biriyse Ateş'in neden bu kadar sorun çıkaran beni takıntı haline getirmiş olmasıydı. İlk karşılaştığımızda aşk ve nefret arasında gidip gelmiştim. Tabi aşk için mevcut olan bilgilerim ne kadar geçerliyse... Fakat şimdi bu bana göre ne aşktı ne de nefret... Anlamlandıramadığım duyguların arasında gidip geliyordum.
Belki de biraz zamana ihtiyacımız vardı. En azından tozlu çerçevenin üzerindeki tozların gitmesi ve oradaki asıl resmi görmemiz için...
Ellerimin saçlarımda olduğunu ve onları çekiştirdiğimi fark ettim. Deliriyor muydum?
"Bana neden bunu yapıyorsunuz!" Sesim bir hayli yüksek çıkmıştı. Ellerimi saçlarımdan çekmiştim. Neredeyse çığlık gibi çıkan sesime ben bile hayret ettim. Sanki ben yönetmiyordum kendimi. Ateş'in gözlerinin içine baktım. " Kimin günahının bedelini ödüyorum ben?" Ateş bile şaşırmış bir halde bana bakıyordu. Telaşa kapılmış bir hali vardı. Cevapsız sorularım yanıtlanamayınca umudumu yine kestim ve yeniden başımı önüme eğdim. Olacakları yalnızca seyretmek istedim.
Yavaşlayan bir arabanın motor sesini duyduğumda bir umut gözlerimi o tarafa çevirdim. Elimin tersiyle üstünkörü sildim yaşlarımı. Tam dibimde duran 01 plakalı Qashqai'yi gördüm. Adım sesleri yaklaştığında bir panik dalgası vücuduma dağıldı ve ardından hiç düşünmeden arabaya atladım. Başka çarem olduğundan şüpheliydim ne yazık ki. Arabaya atladığım andan sonra çıkan güçlü motor sesi kurtuluşumun sesi miydi?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MÜPTELA
RomanceAteş, o adı gibi yakıcı. Kendi kalesini korumak için savaşan bir ejderhaydı o, yaklaşan her kim olursa olsun onun öldürücü alevlerine mahkumdu. Buna zıt şekilde bir okyanustu. Her gün derinliklerine gömülürken aslında boğulduğumun farkında değildim...