Gözlerimi yüzüme değen yumuşacık rüzgarla açtım. Bu bir terapi gibiydi, kara ruhların aklaşması adına.. Deniz gökyüzünde ve gökyüzü de yerdeydi. Ah pardon ben ters dönmüştüm ve öyle görüyordum. Kayalıklar denize yatak oluyor, her dalgada denizi kucaklıyordu. İlk defa o gün denizi kıskanmıştım...
Saçlarım toprağın içinde gidip geliyordu. Rüzgar da zaten saçlarımı karıştırmıştı. Bu yüzden berbat haldeydim. Bu arada geldiğimden beri bana ters ters bakan bir ağaç vardı. Hayır, henüz kafayı yememiştim.
Ben öylece dururken eve dönme vaktinin de geldiğini anlamıştım. Son bir kez daha ciğerlerim patlarmışçasına deniz kokusunu içime çektim ve ayağa kalktım. Saçımdaki toprakları temizledim ve saçlarımı düzeltmeye koyuldum. Çıplak ayaklarıma yapışan taneleri de temizledikten sonra çizmelerimi ayağıma geçirdim ve yürümeye başladım.
Bulutlar yavaş yavaş gümüş rengine dönüyordu ve sokakta ben ve benden başka birkaç çift eve yetişmeye çalışıyordu. Rüzgar şimdi hiç biraz önceki kadar misafirperver değildi.
Sonbaharı bu kadar sevmemin nedeni de buydu zaten. Benim kadar değişken ve düzensizdi. Her an yağmur yağabilir veya bir anda kendinizi bir plajda hissedebilirdiniz. Fakat bazen bu başkaları için pahalıya patlayabilirdi.. Severdim sonbaharı. Bahçedeki kurumuş kızıl ve sarı yapraklara basmak kusursuz bir melodiyi andırırdı. Kusuruz ve her istediğinizde yapamayacağınız bir şeydi.
Yürümeye devam edip aynı anda düşüncelere kapılmaya çalışıyordum ki yol çabuk bitsin. Aniden gözüme ilişen bir silüete gözüm takılmıştı. Ne olduğunu merak etmiyordum fakat yine de o tarafa bakıyordum. Bu silüet bana sıcacık bir duyguyu hatırlatmıştı ama adını bilemediğim güzel ve cüretkar bir duyguydu.
Ona doğru bakarken ne hareket ediyor ne gözlerimi ayırabiliyordum. Fazla inanılmaz gibi geliyordu bana. Ne o hareket ediyordu ne de ben...
Sonra aniden gelen tiz bir ses kulaklarımı acıttı.
Bir çığlık.
Yutkunmaya bile vaktim yokmuþ gibi hissetmiþtim.
Korkuyla sesin geldiği tarafa bakmamla zaman durdu.
Arkama döndüğümde odamdaydım. Pencereden süzülen cılız ışık yerdeki parlak kırmızılığı aydınlatıyordu. Yerdeki kan ve cam kırıkları benim düşlerimdi. Düşlerim cam kırıklarıyla etrafa dağılmıştı. Hızlı hızlı alıp verdiğim soluklar odadaki tek sesti. Kalbim hiç olmadığı kadar aceleci olmalıydı ki kemiklerime baskı yapıyormuş gibi hissediyordum. Bu his farklıydı. Vücudum yavaş yavaş iflas etmeye başlıyormuş gibi hissediyordum. İnsan düşleri olmadan neden yaşardı? Veya şöyle demeliyim, insanlar düşleri olmadan neye tutunabilirdi? Geri geri giderek tutunacak bir yer bulmaya çalıştım.
Diğer pencereye tutundum ve yapabileceğim en iyi şeyi yapıp kendimi aşağıya doğru bıraktım. Sonsuzluk beni hiç sorgulamadan kucaklamıştı.
Uyandığımda gözlerim hemen pencereyi buldu. Pencere sonuna kadar açılmıştı. Ayağa kalktığımda, yaptığım ilk şey pencereyi sıkıca kapatmak oldu.
Daha sonra tekrar yatağıma oturup gördüğüm kabusu yargılamaya başladım. Hiç bu kadar garip bir kabus görmemiştim. Anlaşılan kaderim yine benimle oyun oynuyordu ve bense bu oyundan hiç haz etmemiştim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MÜPTELA
RomanceAteş, o adı gibi yakıcı. Kendi kalesini korumak için savaşan bir ejderhaydı o, yaklaşan her kim olursa olsun onun öldürücü alevlerine mahkumdu. Buna zıt şekilde bir okyanustu. Her gün derinliklerine gömülürken aslında boğulduğumun farkında değildim...